26 Nisan 2012 Perşembe

GİRİŞ


Kötülük, haksızlık, üzüntü, karamsarlık, sıkıntı, yalnızlık, korku, stres, güvensizlik, vicdansızlık, endişle, öfke, kıskançlık, kin, uyuşturucu bağımlılığı, ahlaksızlık, kumar, fuhuş, açlık, fakirlik, yolsuzluk, hırsızlık, kavga, düşmanlık, cinayet, savaş, çatışma, zulüm, ölüm korkusu... Tüm bunlar, hemen her gün gazete ve televizyonlarda gördüğünüz, günlük hayatta karşılaştığınız hatta bizzat yaşadığınız sorunlardandır.

İnsanların ve toplumların içinden çıkmak için uğraştıkları, her alanda mücadele verdikleri bu tür olumsuzluklar, kargaşalar ve karanlık toplumsal yapılar, dünya üzerinde yüzyıllardan beri hakimdir. Bunun için, eski Yunan'a veya Büyük Roma İmparatorluğu'na, Çarlık Rusyası'na ya da Aydınlanma Çağı'na, hatta dilerseniz iki büyük dünya savaşlarına ve büyük toplumsal olaylara sahne olan 20. yy'a göz atabilirsiniz. Hangi yüzyıla ve dünyanın neresine giderseniz gidin, genellikle manzara pek değişmez.

Peki insanlar bu kötülüklerle şimdiye dek mücadele etmişler midir ya da etmek için bir gayretleri var mıdır ?

Elbette, dünyanın hemen her döneminde insanlar bu sayılan olumsuzluklarla karşıkarşıya kalmışlar, bunlarla mücadele etmişler, ancak çareyi hep yanlış yöntemlerde aradıkları için bir türlü çözüm bulamamışlardır. Kurtuluşu kimi zaman değişik yönetim biçimleri denemekte, kimi zaman sapkın akımlara kapılmakta, devrimler yapmakta, çoğu kere de umursamazlık tercih edip, tüm bu olumsuzlukları kabullenmekte aramışlardır.

Günümüzde insanlar genelde böyle bir yaşam tarzına öylesine alışmışlardır ki yukarıda saydığımız sorunları hayatın gerçeği olarak kabul eder, bunların yaşamadığı bir toplumun var olabileceğini adeta imkansız olarak görürler. Böyle bir yaşantıdan memnun olmadıklarını sürekli dile getirirler ama içinde bulundukları şartlarda başka bir seçeneklerinin bulunmadığını düşünerek, bu yaşantıyı hemen kabullenirler.

Oysa dünyada, yukarıda sadece çok küçük bir kısmına yer verdiğimiz bu olumsuzlukların hiçbirini ne ruhen ne de bedenen yaşamayan, sürekli bolluk, bereket, mutluluk, sevgi, saygı, huzur, güven, güzel ahlak, barış ve dostluk gibi sayısız nimet ve güzelliklerin sahibi olan insanlar da vardır. İşte bu insanlar Allah'ın rızası için yaşayan, Kuran hükümlerine uyan, Allah'ın rahmetini ve cennetini uman gerçek dindarlar, yani müminlerdir.

Diğer bir deyişle, bu olumsuzlukların tek çözümü "din ahlakı"nın yaşanmasında yatmaktadır. Din ahlakı tam olarak yaşandığı takdirde toplumlara hakim olan bu karanlık tablo yerini aydınlık bir ufka bırakacaktır. Tüm insanların ve toplumların çağlar boyu düşledikleri, iyilik ve güzelliğin hakim olduğu böyle güzel bir atmosfer, ancak Kuran ahlakının yaşanması ile mümkündür.
Başta tasvir ettiğimiz ortam ise Kuran ahlakı yaflanmadığıda, Allah'ın hükümleri göz ardı edildiğinde kaçınılmaz olarak oluşur. Diğer bir deyişle, din ahlakı yaşanmadığı sürece insanlar bu olumsuzluklara mahkumdurlar. Çünkü bu, "dinsizliğin kabusu"dur.

Bu kitapta, Allah'ın insanlara indirdiği Kuran'da tarif edilen "güzel ahlak" modeli yaşandığı takdirde "dinsizliğin kabusu"nun yani kötülüklerin, karamsarlıkların, toplumsal huzursuzlukların ne şekilde engelleneceği, olumsuzlukların nasıl ortadan kalkacağı, ideal ortama nasıl kavuşulacağı insanların maddi-manevi ne gibi kazançlar sağlayacakları ve tüm bu olumsuzluklardan kurtulabilmek için de Kuran ahlakının tek alternatif çözüm olduğu anlatılmaktadır.

Bugüne dek belki pek çok kitapta toplumların ve insanların içinde bulundukları karamsar durum ele alınmış, sosyolojik ve psikolojik tahliller yapılmış, sorunlar sık sık tüm detaylarıyla dile getirilmiştir. Fakat elinizdeki kitabın farkı, bu tahlil ve teşhisler karşısında insanlara en gerçekçi çözümü sunmak ve bu çözüme başvurmadıkları takdirde onları nasıl bir geleceğin beklediğini tarif ederek samimiyetle uyarmaktır.

Böylelikle umarız ki kitabı okuyan vicdan sahibi her insan huzurun, güvenin ve ideal toplum yaşantısının yalnızca Kuran ahlakının yaşanması ile mümkün olduğunu anlayacak ve gerçek dine, yani "İslam"a yönelecektir.

Akıllı Tasarım yani Yaratılış

Kitapta zaman zaman karşınıza Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği vurgulamak için kullandığımız "tasarım" kelimesi çıkacak. Bu kelimenin hangi maksatla kullanıldığının doğru anlaşılması çok önemli. Allah'ın tüm evrende kusursuz bir tasarım yaratmış olması, Rabbimiz'in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına gelmez. Bilinmelidir ki, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir. Allah'ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca "Ol!" demesi yeterlidir.
Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen oluverir. (Yasin Suresi, 82)
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Çiçekler

DİN AHLAKI İNSANA VE TOPLUMA NELER KAZANDIRIR?


İnsan nasıl var olmuştur? İnsanın dünyada bulunuşunun amacı nedir? Ölüm nedir? Ölümden sonraki yaşamda insanı nasıl bir hayat beklemektedir? Dünyadaki canlılığın kaynağı nedir? İnsan bedeni, hayvanlar, bitkiler, evrendeki mükemmel düzen nasıl var olmuştur? İyi, kötü, doğru, yanlış nelerdir? Bu soruların cevaplarını nereden öğrenebiliriz?

Bu gibi soruların cevaplarını insanlar çağlar boyu aramış, bunlar hakkında düşünmüş ve tartışmışlardır. Oysa bu sorulara her dönemde en doğru cevabı filozoflar değil, Allah Katından indirilmiş "gerçek din" vermiştir.

Tarih boyunca insanlar tarafından ortaya atılmış pek çok batıl din olmuştur: Şintoizm, Şamanizm, Paganizm bunlardan bazılarıdır. Batıl olan bu dinler bir felsefe ya da düşünce akımı olma niteliğini aşamamışlardır. Bu batıl dinleri ortaya atan kişiler de az önceki sorulara cevaplar aramışlar, kendilerince yanıtlar bulmuşlar, fakat bunların hiçbiri kesin ve köklü bir çözüm sağlayamamıştır.
Hak dinleri diğerlerinden (batıl dinlerden) ayıran en önemli fark; İlahi kaynaklı olmalarıdır. Allah hak dinin insanlar tarafından uydurulmuş diğer dinlerden, felsefi ya da sosyolojik sistemlerden üstünlüğünü Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Ki O, elçilerini hidayetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter. (Fetih Suresi, 28)
Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.(Saf Suresi, 9)
İlahi kaynaklı dinlerden bugün mensubu bulunanlar Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam'dır.

Başlangıçta her üçü de Allah Katından indirilmiş, fakat Hıristiyanlık ve Musevilik bu dinleri tebliğ eden peygamberlerin ardından bozulmaya uğramışlardır.

Hıristiyanlık ve Musevilikteki bozulma, ilk olarak bu dinlerin kitaplarında, yani İncil ve Tevrat'ta yaşanmış, bu İlahi kitaplara ekleme ve çıkarmalar yapılmış, bunlar sayısız tahrifata uğratılmıştır. Bu İlahi kitapların orijinalleri ise zamanla kaybolmuş ve unutulmuşlardır.

Bu dinlerin bozulmasının ardından Allah kıyamete kadar geçerli olacak en son ilahi kitap Kuran'ı göndermiş ve onu her türlü bozulmadan, tahrifattan koruyacağını bildirmiştir:

Hiç şüphesiz, zikri (Kuran'ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)

Kuran, Allah'ın koruması ile 14 asırdan beri hiçbir bozulmaya uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Kuran'ın ilk yazılı nüshalarıyla bugün elimizde bulunan hali arasında hiçbir fark olmayışı, tek bir harfinin bile değişmemiş olması, dünyanın dört bir yanındaki okunmakta olan Kuran'ların hepsinin birbirinin aynısı olması, Allah'ın bu son İlahi kitabı özel olarak koruduğunun delillerindendir.
Allah daha önce de çeşitli dönemlerde Katından bir elçi göndererek, bazen de kitap indirerek emirlerini insanlara iletmiştir. İlk insan olan Hz. Adem'i de, Allah elçi olarak yeryüzüne göndermiştir. Bundan sonra da Allah yeryüzüne pek çok elçi göndermiş, kitaplar indirmiştir. Bu gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:

İnsanlar tek bir ümmetti, Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi... (Bakara Suresi, 213)

Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, Allah dinini insanlara, kitapları ve elçileri aracılığıyla bildirir. Elçiler insanları bir yandan hesap günü ve sonsuz cehennem azabıyla uyarıp korkuturlarken, diğer yandan da sonsuz cennet hayatıyla müjdelerler. İnsanı yaratan Allah, hiç kuşkusuz onun dünyada nasıl bir düzende, ortamda rahat edeceğini de en iyi bilendir. Bu nedenle kullarından istediği yaşam tarzı ve ahlak modeli aslında onların hem dünyada yaşamlarını en güzel biçimde sürdürmelerini sağlar, hem de ahiretlerini kazanmalarına vesile olur. Kısaca din ahlakı, gerek sosyal gerekse kişisel olarak insanların en ideal yapıya kavuşmaları için Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olarak gönderilmiş bir sistemdir.

Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, Allah dinini insanlara, kitapları ve elçileri aracılığıyla bildirir. Elçiler insanları bir yandan hesap günü ve sonsuz cehennem azabıyla uyarıp korkuturlarken, diğer yandan da sonsuz cennet hayatıyla müjdelerler. İnsanı yaratan Allah, hiç kuşkusuz onun dünyada nasıl bir düzende, ortamda rahat edeceğini de en iyi bilendir. Bu nedenle kullarından istediği yaşam tarzı ve ahlak modeli aslında onların hem dünyada yaşamlarını en güzel biçimde sürdürmelerini sağlar, hem de ahiretlerini kazanmalarına vesile olur. Kısaca din ahlakı, gerek sosyal gerekse kişisel olarak insanların en ideal yapıya kavuşmaları için Allah'ın rahmetinin bir tecellisi olarak gönderilmiş bir sistemdir.


Cennet
Allah insanlara sayısız nimetler vermiştir. Onlara doğruyu anlatan elçiler ve kitaplar göndermiş olması da dünyadaki nimetlerden biridir.





Hak dinler, gönderildikleri dönemlerin ortam ve şartlarına göre farklı hükümler içermiş olsalar da, temelde aynı inanç ve ahlaki modeli insanlara sunmuşlardır. Hepsi, Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, insanın ve tüm varlıkların yaratılış amaçları, Allah'a nasıl kul olmak gerektiği, Allah'ın beğendiği ideal tavır, davranış ve yaşam biçimi, iyi, kötü, doğru, yanlış kavramlarının neler oldukları, insanın dünyadaki yaşamını nasıl düzenlemesi, sonsuz yaşamı için neler yapması gerektiği ve bunlar gibi hayati konularda aynı temel gerçekleri insanlara aktarmışlardır.

Allah Katında hak olan din tektir. Hz. Adem'den bu yana da insanlığa gönderilen hak dinlerin tümünün temeli İslam, yani "Allah'a teslim olmak"tır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
Hiç şüphesiz din, Allah Katında İslam'dır... (Al-i İmran Suresi, 19)

Müslümanlar ve Kitap Ehli -Museviler ve Hıristiyanlar- farklı şeriatlara sahiptir. Ancak gerek
Musevi ve Hıristiyanlardan gerekse Müslümanlardan samimi olarak iman edenler, aynı temel değerlere göre yaşarlar: Allah'a kesin bir bilgiyle iman etmek; Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmamak; Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti için yaşamak. Tüm toplumlar Allah'ın kendilerine emrettiklerini eksiksiz olarak yerine getirmekle ve Allah rızası için Rabbimiz'e gönülden teslim olup hayır işlerinde yarışmakla sorumludurlar. Allah'ın varlığına ve birliğine inanan, kesin bilgiyle ahirete iman eden ve salih amellerde bulunan her üç İlahi dinin mensupları da, aslında Rabbimiz'in Hz. İbrahim'e indirmiş olduğu hak dine uymaktadırlar.


Cehennem
İnsanlar tarih boyunca Allah'a iman etmeye davet edilmişlerdir. Bu davete uymayanlar ahirette cehennem ile karşılık göreceklerdir.
...





O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kuran'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi... (Hac Suresi, 78)




Tarih boyunca tüm peygamberler Allah Katında hak olan tek bir din ahlakını insanlara tebliğ etmişlerdir. Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Nuh, Hz. Şuayb ve diğer peygamberlerin hepsi, insanları bir ve tek olan Allah'a katıksızca iman etmeye, yalnızca O'nun rızası için yaşamaya ve O'nun emirlerini yerine getirmeye davet etmişlerdir. Bir ayette şöyle bildirilmektedir:

O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı)...(Şura Suresi, 13)

Görüldüğü gibi, Musevilere ve Hıristiyanlara -bazı hüküm farkları olmakla birlikte- indirilen din özünde aynıdır. Her üç dinin mensupları da, aslında Hz. İbrahim'in torunlarıdır. Musevi ve Hıristiyanlar da tıpkı Müslümanlar gibi, hiç şirk koşmadan Hz. İbrahim'in hanif (Tevhid; tek bir Allah'a inanıp yalnızca O'na kulluk etmek) olan dinine uymakla yükümlüdürler. Bir Kuran ayetinde Rabbimiz, tüm iman edenlere Hz. İbrahim'in dinine uymakla yükümlü olduklarını şöyle bildirmektedir:

Dediler ki: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayete eresiniz." De ki: "Hayır, (doğru yol) Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dini(dir); O müşriklerden değildi." (Bakara Suresi, 135)
Kuran'da, peygamberlerin her devirde aynı temel ibadet ve inanç sistemini tebliğ ettikleri ise şu şekilde bildirilmiştir:
- Hz. Zekeriya için, "O mihrapta namaz kılarken..." (Al-i İmran Suresi, 39)

- Hz Şuayb için, "Dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?'..." (Hud Suresi, 87)

- İsmail Peygamber için, "Halkına namazı ve zekatı emrediyordu..." (Meryem Suresi, 55)
- İshak ve Yakup Peygamberler içinse,"... onlara hayrı kapsayan fiilleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik..." (Enbiya Suresi, 73) şeklinde bahsedilir.

- Başka bir ayette, "Musa ve kardeşine şöyle vahyettik: ... evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük ) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın...'" (Yunus Suresi, 87) şeklinde bir ifade yer alır.
- İsa Peygamber Allah'ın kendisine olan emirlerini sayarken ise şöyle der: "... bana namazı ve zekatı vasiyet (emr) etti" (Meryem Suresi, 31).

Yine Kuran'da Hz. Lokman'ın oğluna, "Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, marufu emret, münkerden sakındır..." (Lokman Suresi, 17) ve "... Ey oğlum, Allah'a şirk koşma. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi, 13) diye öğüt verdiği bildirilir.

- Hz. Meryem için de, "Meryem Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte ruku et" (Al-i İmran Suresi, 43) şeklinde buyurulur.

Bunlar sadece belirli temel ibadetler ve inançlar konusunda Kuran'da aktarılan bazı örneklerdir ve bu örnekler çoğaltılabilir. Bunun sebebi bütün peygamberlere özde aynı hak dinin vahyedilmiş olmasıdır. Bu hak dinin temel ve değişmez hükümleri bir ayette şöyle tekrarlanır:
Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din budur. (Beyyine Suresi, 5)

DİNİN GÖNDERİLME SEBEPLERİ

Her insan yaratılış anından itibaren, kendisini ve etrafındaki tüm varlıkları yaratan Allah'ın varlığını, aklıyla ve vicdanıyla kavrayabilecek fıtrattadır.

Evreni ve içindeki herşeyi, en küçük detaylarına kadar, sonsuz güç ve ilim sahibi Allah'ın yarattığı açık bir gerçektir. Etrafımızda gördüğümüz herşey Allah'ın varlığının kesin birer delilidir. Gökte uçan kuştan okyanus dibindeki balığa, çöldeki deveden kutuptaki penguene, gözle görülmeyen bir bakteriden vücudumuzdaki hücrelere, meyvelerden bitkilere, bulutlardan gezegenlere, galaksilere kadar herşey ince ince işlenmiş ve muhteşem sistemlerle donatılmıştır.

Aynı şekilde, dünyada yaşamı ayakta tutan tüm sistemler de mükemmel dengeler üzerine kurulmuştur. Bu dengelerde en ufak bir oynama ya da sapma bile söz konusu olsa, yaşamın imkansız hale gelmesi kaçınılmazdır. Bunlar öyle ince dengelerdir ki, bu dengeleri biraz inceleyince hepsinde olağanüstü bir hesap ve düzen olduğu hemen fark edilir. Örneğin, Dünya kendi etrafında biraz daha yavaş dönse, gece ile gündüz arasında korkunç ısı farkları meydana gelir, biraz daha hızlı dönse bu sefer de kasırgalar ve tufanlar yüzünden yaşam sona ererdi.

Bunun gibi, dünyadaki yaşamın üzerine kurulu olduğu daha pek çok hassas denge vardır ve bunların tek birinin dahi tesadüfler sonucu, kendi kendine meydana gelmiş olması ihtimal dışıdır. Dolayısıyla aklı başında bir insanın böylesine kritik dengeler ve ince hesaplar üzerine kurulu bir düzeni görüp de bunu tesadüflere vermesi mümkün değildir. Nasıl ki insan, bir araba ya da herhangi bir teknolojik ürün görse bunu tasarlayan, meydana getiren bilinçli insanların varlığından hiçbir kuşku duymuyorsa, bunlardan çok daha üstün, iç içe geçmiş karmaşık sistemlerden, son derece hassas dengelerden oluşan evrenin de kendi kendine var olamayacağı şüphesizdir. Evrendeki her detay, sonsuz kudret ve ilim sahibi Allah'ın varlığını gözler önüne seren açık birer delildir. Kuran'da yaratılışın bu delillerine sık sık dikkat çekilir:

Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek O'ndan, ağaç O'ndandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de. (faydanıza verdi) Şüphesiz bunda öğüt alıp, düşünen bir topluluk için ayetler vardır... (Nahl Suresi, 10-13)
Yaratan hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp, düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
bebek
Tüm evreni, doğayı, canlıları ve insanı yaratan, alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır. İnsan dahil her canlının ihtiyacını en iyi bilen de Allah'tır. Bu nedenledir ki, insan için olabilecek en uygun yaşam biçimi, Allah'ın belirlediği dindir.İnsanlar ancak İslam dinini kavrayarak ve yaşayarak mutlu ve huzurlu olabilirler..
Din hakkında hiçbir şey bilmeyen bir insanın bile, ayette dikkat çekilen konular üzerinde düşünmesi, Allah'ın varlığını anlayabilmesi, O'nun gücünü ve ilmini takdir edebilmesi için yeterlidir. Akıl ve vicdan sahibi bir insanın, yalnızca kendi vücudu hakkında düşünmesi dahi çok üstün bir yaratılışın eseri olduğunu ona gösterir. Vücudumuzun içinde son derece organize, iç içe geçmiş kompleks sistemler vardır. Bu da tüm evren gibi insan vücudunun da üstün bir akıl, yani Yüce Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir.

Sonuçta bir insan, bir elçi ya da gönderilmiş bir kitaptan haberdar olmasa, düşünerek, etrafını gözlemleyerek, bunlardaki olağanüstülüğü araştırarak Allah'ın apaçık olan varlığını anlayabilir. Akıl sahibi insanlar için her yerde Allah'ın delillerinin bulunduğu ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler (deliller) vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
İşte bu noktada din ahlakına neden ihtiyaç olduğu daha iyi ortaya çıkar. Çünkü Allah'ın varlığını kavrayan insan, O'nu daha çok tanımak ve kendisinden neler istediğini öğrenmek isteyecek, Rabbimizin sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak için neler yapması, nasıl davranması gerektiğini merak edecektir.

Kuran'da, En Temel Konular Açıklanmıştır

Allah kullarına Kendisini tanıtmak, isteklerini onlara açıklamak, Kendisinin beğendiği tavır, davranış, ahlak ve yaşam biçiminin nasıl olduğunu, iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel ve çirkin kavramlarının gerçek manada neler olduklarını, ölümden sonra kendilerini nelerin beklediğini bildirmek, Kendi isteklerini yerine getirip hoşnutluğunu kazananları nasıl bir mükafatın beklediğini müjdelemek, Kendisine isyan edenlerin nasıl bir sonla karşılaşacaklarını haber vermek için her devirde elçilerini ve kitaplarını hak dinle göndermiştir.

Bu şekilde, hak dinler vasıtasıyla, ihtiyaç duyacakları her türlü konuyu Allah en hikmetli biçimde insanlara açıklamıştır. Onların dünyada ve ahirette en güzel yaşamı sürebilmeleri, en mutlu ve en huzurlu yapıya kavuşabilmeleri için gereken her türlü bilgiyi vermiştir. Kitap ve elçi vasıtasıyla gönderilen hak dinin bu temel amacı Kuran'ın pek çok ayetinde de belirtilir. Bunlardan bazıları şöyledir:

... Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)
Biz onu (Kuran'ı) hak olarak indirdik ve o hak ile indi; seni de yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik. (İsra Suresi, 105)
Sonra Biz Musa'ya, iyilik yapanların üzerinde (nimetimizi) tamamlamak, herşeyi ayrı ayrı açıklamak ve bir hidayet ve rahmet olarak Kitabı verdik. Umulur ki Rablerine kavuşacaklarına inanırlar. (Enam Suresi, 154)

Din ile Hayatın Gerçek Amacı Açıklanmıştır


Film şeridiTarih boyunca milyarlarca insan doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Bu insanların içinden ancak çok azı hayatın gerçek amacını anlamaya çalışmıştır. Büyük bir kısmı ise kendilerini zamanın akışına bırakmış ve belli ihtiyaçlarını karşılamak, nefislerinin çeşitli istek ve tutkularını kovalamak dışında bir amaç gözetmeden ömürlerini tüketmişlerdir. Bu bilinçsiz ve sorumsuz kesim her devirde insan topluluklarının büyük bir çoğunluğunu oluşturmuştur. Her gelen yeni nesil de bazı istisnalar dışında çoğunluğun gittiği bu yola uymuş, çoğunluğun doğrularını, amaçlarını ve değerlerini benimsemiş, bunları kendilerinden sonrakilere miras bırakmıştır. Bu gelenek bugün de aynen devam etmektedir.

Bu çoğunluğun her devirde "değişmez" ama son derece çarpık ve kendilerine fayda getirmeyen felsefe ve ilkeleri olmuştur: Doğarlar, büyürler, yaşlanırlar ve ölürler. Dünyaya bir kere gelinir, ölüm ise herşeyin sonudur. Herkesin belirli bir yaşam süresi vardır ve bunu elinden geldiğince nefsini en çok tatmin edebilecek, hayattan kendince en büyük zevki alabilecek şekilde değerlendirmelidir.

İşte insanların büyük çoğunluğu, ellerine bir daha geçmeyeceğini düşündükleri bu fırsatı atalarından miras aldıkları yaşam tarzı ve davranış biçimlerini aynen uygulayarak değerlendirirler. Kendilerine verilen yaşam süresini dünyadaki zevklerin peşinden giderek, ölümü tamamen unutarak, dünyaya yönelik planlar yaparak ve hiçbir kural tanımayarak geçirirler. Dünyanın neresinde, hangi zaman diliminde yaşarlarsa yaşasınlar, hangi kültüre, hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar bu durum değişmez. Bulundukları toplumda prestijli bir konuma gelmek, iyi bir eğitim almak, zengin olup refah içinde bir yaşam geçirmek, mutlu bir aile kurmak, çeşitli makam ve mevkilere ulaşmak ve bunlar gibi sayısız büyüklü küçüklü hedeflere ulaşabilmek için çalışırlar.

Bu amaçlar daha yüzlerce madde halinde detaylandırılabilir. Fakat gerçek şudur ki, tüm bu insanlar dünyaya gelişlerinin tek ve en önemli amacını arkalarında bırakırlar. Ve bu amaç için kendilerine tanınmış ve bir daha telafi imkanı olmayacak yegane yaşam süresini boşa geçirirler. Bu amaç; Allah'a kul olmaktır. Kuran'da bu amaç şöyle bildirilir:

Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyat Suresi, 56)
Allah'a nasıl kulluk etmemiz gerektiği bize yine hak din ile öğretilir. Allah'a kul olmak; O'nun varlığını ve birliğini kabul etmek, Rabbimizi gereği gibi tanıyıp takdir etmek, Allah'tan başka İlah edinmemek ve tüm yaşamını O'nun istediği biçimde geçirmek demektir. Kuran'da bize Allah'ın insanlar için beğendiği ahlak ve yaşam biçimi de detaylı olarak tarif edilir. İnsanlar bu modeli uygulamaya davet edilirler.

Artık bu amaca uygun, Allah'ın razı olduğu biçimde bir ömür süren insan, dünyadaki yaşamı için de ölümünden sonraki hayatı için de müjdelenmiştir. Fakat bu amaçtan sapan, boş gayeler peşinde koşan ve Allah'ın istediği biçimde davranıp yaşamayan, O'na gereği gibi kul olmayan kimseyi de kötü bir son beklemektedir. Tüm bunlar bize yine Kuran ile ulaşmaktadır.

Sonsuz yaşamını belirleyecek ölçü kişinin dünya hayatını nasıl geçirdiğidir. Öldükten sonra bir daha hatalarını telafi etme imkanı yoktur. Bu bakımdan sanki dünyaya tesadüfen gelmiş, başıboş bırakılmış ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecekmiş gibi çarpık bir mantıkla hareket etmek, kişinin kendi geleceği için çok büyük bir kayıp olacaktır. Yaratılış amacını göz ardı ederek sorumsuzca bir hayat yaşayan ve bunun sonucundan da endişe etmeyen bu tür kimseler ise ahirette şöyle karşılanırlar:

Yaratılış amaçlarını göz ardı eden bu kimseler aslında bu amaçtan habersiz değildirler. Allah kitapları ve elçileri vasıtasıyla onları bu gerçekten haberdar etmiş ve onlara izlemeleri gereken doğru yolu göstermiştir. Onlara bir ömür boyu da öğüt almaları için süre vermiştir. Artık kendilerine tanınmış bunca fırsatı görmezden gelip, yalnızca nefislerinin istek ve tutkularını amaç edinerek gerçek amaçlarından sapanların ise ebedi pişmanlıkları kendilerine fayda vermeyecektir:


Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız? İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)

Allah Kuran ile İnsanlara Kendisine Nasıl Kulluk Edilmesi Gerektiğini Bildirmiştir

Madem ki insanlar Allah'a ibadet etmeleri için yaratılmışlardır, öyleyse nasıl ibadet edeceklerini de öğrenmeleri gerekir. İşte Allah insanlara nasıl ibadet etmeleri gerektiğini de Kuran vasıtasıyla bildirmiştir. Ayette şöyle buyrulur:
Biz her ümmete bir ibadet tarzı (Mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. (Hac Suresi, 67)

Kuran'da müminlere Allah'a nasıl dua etmeleri, O'nu nasıl anmaları gerektiği, beş vakit namazı, zekatı ve Allah'ın kendilerinden istediği her türlü ibadet şeklini nasıl yerine getirecekleri detaylı olarak açıklanır. Bunların yanı sıra yine Allah'a kul olmanın gerektirdiği güzel ahlak yapısının nasıl olması gerektiği, müminin ne tür vasıfları kazanması, ne tür özelliklerden kaçınması gerektiği de Kuran'da ayrıntılı olarak tarif edilir. Tevazu, fedakarlık, dürüstlük, adalet, merhamet, hoşgörü, kararlılık ve bunlar gibi pek çok üstün ahlak özelliği Allah'a kulluk etmenin temel vasfı olarak Kuran'da belirtilir. Kötü ahlak özellikleri, kötü tavır, davranış ve konuşma biçimleri yine Kuran'da tanıtılmış, müminler bu tür olumsuz şeylerden sakındırılmışlardır.

Allah tüm kainatı ve insanı yoktan var etmiştir. Bu varlıklar arasında insana sayısız nimetler vermiş, en önemlisi de onu diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan bir ruhla yaratmıştır. İnsan bu sayede şuurlu bir varlıktır. İnsana verilen nimetler o kadar çoktur ki Allah bunların genelleme yapılsa dahi saymakla bitirilemeyeceğini bildirmektedir. (Nahl Suresi, 18) Bu durumda insanın, kendisine bunca nimetin ne amaçla verildiğini, bunların karşılığında kendisinden ne istendiğini düşünmesi gerekir.


Şelale
...Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)








İnsan, kendisini yoktan var edenin ve sahip olduğu tüm nimetleri verenin Allah olduğunu kendi başına düşünerek bulabilecek kapasitededir. Bunun sonucunda da bu nimetlere karşılık kendisinin de Allah'a şükretmesi gerektiğini rahatça idrak edebilir. Ancak Allah'a olan şükrünü ne şekilde ifade etmesi gerektiğini bilemeyebilir. İşte bir insanın Allah'a nasıl şükredeceği, O'na ne şekilde kulluk edeceği Kuran ile bildirilmiştir. İnsan Kuran ahlakı sayesinde Yaratıcımızın karşısında nasıl bir davranış göstermesi gerektiğini çok detaylı olarak öğrenir.

Allah'ın kulundan en başta istediği onun tüm yaşamı boyunca Kendisini hoşnut etmeyi gaye edinmesi ve sürekli bu bilinçte olmasıdır. Bunun için de kişinin her olay karşısında, nefsinin isteklerini değil, Allah'ın rızasını seçmesi gerekir. Aksi takdirde, Allah'ı değil nefsini ilah edinmiş olur ki, ayette bu durum şöyle ifade edilir:

Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?.. (Furkan Suresi, 43)

Dolayısıyla mümin hayatı boyunca karşısına çıkan her olayda, her düşüncede, her tavırda, her eylemde bu alternatifleri değerlendirir ve ayetteki gibi hevasını değil, Allah'ın rızasını tercih eder.
Sonuçta bu dünyada Allah'a gereği gibi kulluk etmiş olan bir mümin Allah'ın rızasını kazanmış ve Allah'ın rahmetiyle cennetine layık gördüğü seçkin bir kişi haline gelmiş olarak sonsuz mutluluk ve mükafata kavuşmayı umabilir. Bu sonuçtan da anlaşılacağı gibi kişinin Allah'a kulluk etmesinin yalnızca kendisine faydası vardır. Allah'ın hiç kimsenin ibadetlerine, iyiliklerine, güzel ahlaklı olmasına ihtiyacı yoktur. Ayetin bildirdiği gibi "Allah alemlerden müstağnidir." (Ankebut Suresi, 6)

Kuran İle İyi ve Kötünün, Doğru ve Yanlışın Ne Olduğu Bildirilir

İnsanlar karşı karşıya geldikleri olayları Kuran'a göre değerlendirmedikleri müddetçe, çok farklı ölçülere sahip olurlar. Olayları değerlendirmedeki bu farklı ölçüler ise insanları son derece hatalı ve zararlı sonuçlara sürükler. Örneğin ilk defa suç işlemiş biri diğerlerine göre masumdur. Bir hırsıza göre bir katil kötüdür, ama kendisi iyidir; bir katile sorduğunuzda ise o bunu hayatında bir kere yapmıştır, o nedenle o kadar kötü niyetli değildir. Ona göre bunu meslek haline getirenler kötüdür; profesyonel bir katile soracak olsanız o da kendini belki bir sapıkla kıyas edecek ve masum görecektir. Bu kıstas halk arasında da aynen böyledir. Dedikodu yapan biri belki de sadece tek olumsuz yanının bu olduğunu ama onu da kötü maksatla yapmadığını; kindar biri sadece haklı olduğu anlarda kin güttüğünü, aslında iyi kalpli olduğunu iddia edecektir.

Bu tür daha pek çok örneğe rastlamak mümkündür. Sonuçta bu insanlar kendilerindeki kötü ahlak özelliklerini kabul etmedikleri gibi, kendilerini oldukça iyi ve masum görürler. Oysa bu sayılan mazeretlerin tümü geçersizdir ve söz konusu insanların tümü önemli bir yanılgı içindedirler. Çünkü bir insanı haklı kılan, yalnızca Allah'ın indirdiği Kitaba uygun davranmasıdır. Bunun aksinde, yani Kuran ahlakına muhalif bir tavır gösterdiğinde, bu insan ne mazeret ortaya atarsa atsın suçludur, hatalıdır.

Bilindiği gibi insanın içinde vicdan ve nefis denilen iki yön vardır. Vicdan, insana her zaman iyi ve doğru olanı ilham eder, nefis ise kötü ve Allah'ın razı olmadığı tavırları telkin eder. Vicdanı tam kullanabilmek de ancak güçlü bir iman ve Allah korkusu ile mümkündür.

İşte din ahlakı, insanın doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayacak şuur ve vicdanı kazanmasını sağlar. Ancak Allah'ın dininde bildirdiklerine iman ettiği ve gereği gibi uyduğu takdirde bir insanın sağlıklı düşünme, muhakeme yapma ve akletme yetenekleri tam anlamıyla devreye girebilir. Örneğin, Kuran'da tarif edildiği biçimde Allah korkusuna sahip olan bir mümine doğruyu yanlıştan ayırt etme yeteneği verilir:

Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)
Tüm insanların gerçek iyiyi ve gerçek kötüyü öğrenebileceği yegane kaynak Kuran'dır:
Alemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir. (Furkan Suresi, 1)

Kuran'da nelerin iyilik, nelerin kötülük olduğu ve vicdanımızı nasıl kullanmamız gerektiği tek tek tarif edilir. Örneğin bir ayette gerçek iyilik kavramının çok kapsamlı bir tanımı yapılır:
Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)

İnsanların atalarından, ailelerinden, çevrelerinden duydukları, getirdikleri her türlü inanç Kuran'a uygun olmadığı müddetçe hatalıdır. Mesela, halk arasında bazı tabirler vardır ki, bunlarla o insanın ne kadar iyi olduğu ifade edilmek istenir. "Karıncayı bile ezmez" cümlesi bunlardan biridir. Oysa bir insan karınca ezmeyecek kadar hassas olup, Kuran'a uymuyorsa, o gerçekte iyi bir insan değildir. Önemli olan Kuran'da iyilik olarak tarif edilen davranışları yapmak, yine Kuran'da tarif edilen kötülüklerden kaçınmaktır. Halk arasında dilenciye para vermek, çocuklara yardım etmek, hasta bir insan görünce acımak dindar olmak için yeterli görülür. Tüm bunlar güzel özelliklerdir, ancak Kuran'da bize bunların tek başına gerçek bir mümin olmak için yeterli olmadığı açıklanmıştır. Gerçek mümin, Kuran'a eksiksiz olarak uyan, tüm yaşamını Allah'ın razı olacağı şekilde geçiren kişidir.

Kuran ile Bize Bu Dünyanın Gerçek Mahiyeti Öğretilir

Kuran ahlakı ile bize amacımızın, yalnızca Allah'a kulluk etmek olduğunu bildirilirken, bu amaç uğrunda deneneceğimiz de haber verilir. Dünyanın bu "deneme" için özel olarak hazırlanmış bir imtihan ortamı olduğu tüm incelikleriyle tarif edilir. Dolayısıyla bu imtihanın gereği olarak, dünyada deneme unsuru yaratılmış şeylere kapılıp sapmamak konusunda insanlar uyarılır ve dünya hayatının "aldatıcı bir meta" (Al-i İmran Suresi, 185) olduğu bildirilir. Kuran'da dünya hayatının gerçek yönünü açıklayan pek çok ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun Katı’nda olandır. (Teğabün Suresi, 15)
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katı’nda olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katı’nda olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
Dünya hayatı
Allah, Kuran'da insanlara dünya hayatının geçici bir yer olduğunu, onlara ulaşan her nimetin birer imtihan vesilesi olduğunu bildirmektedir.




İnsanlara dünyada farklı derecelerde verilen her türlü makam, mevki, sosyal statü, maddi imkan, zenginlik, fakirlik gibi konumların da yalnızca insanları deneme vasıtası olduğu Kuran'da açıklanmaktadır. Bu konudaki ayetlerden biri şöyledir:

O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Enam Suresi, 165)
Ölümün ve hayatın yaratılış hikmetinin insanların denenmesi olduğu, yine bize Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Bu dünyada insanın başına gelen her türlü iyilik ve kötülük onun denenmesi içindir. (Enbiya Suresi, 35). İnsana verilen ya da kendisinden alınan nimetlerin de hepsi bu imtihanın birer parçasıdırlar:
Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, nimetler verse: "Rabbim bana ikram etti" der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: "Rabbim bana ihanet etti" der. (Fecr Suresi, 15-16)

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayette başına gelen olayların ardındaki hikmetleri kavrayamayan, denendiğinin farkında olmayan, dünyanın gerçek mahiyetinden habersiz, şuursuz bir kimsenin bakış açısı aktarılmaktadır.

Müminler ise şuursuz kimselerle aynı konuma düşmemeleri konusunda Kuran'ın birçok yerinde uyarılırlar ve sürekli olarak gerçek amaçları kendilerine hatırlatılır:
Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. (Taha Suresi, 131)
Görüşme
Allah'ın Kuran ile bildirdiği gerçeklerden haberdar olmayan kişiler kendilerine deneme olarak verilen nimetlerin artması karşısında şımarırlarken eksilmesi durumunda hüzne kapılırlar.






Fakat din ahlakı ile bildirilen bu gerçeklerden haberi olmayan ya da bu gerçekleri kavrayamayan cahil kesim kendisine deneme için verilen nimetler karşısında şımarır ve hırsa kapılırlar. Bu nimetlerden ellerinden geldiğince faydalanmaya ve hayatları boyunca bunların peşinden koşmaya çabalarlar. Başlarına gelen zorluk ve sıkıntılar karşısında ise ümitsizliğe ve hüsrana düşüp feryat ederler. Allah inkar edenlerin bu durumunu Kuran'da şöyle tarif etmektedir:
Andolsun, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırsak, kuşkusuz; "Kötülükler benden gidiverdi" der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir. (Hud Suresi, 9-10)

Herşeyi ve her olayı Allah'ın kendilerine açıkladığı, tarif ettiği şekilde değerlendiren müminler ise her durumda Allah'a yönelip dönerler ve sürekli ahiret yurdunu anar, gerçek yurtlarına kavuşmanın özlem ve çabası içinde olurlar. Bu yüzden ne nimet karşısında şımarıp azar, Allah'ın sınırlarını aşarlar ne de bir sıkıntı ya da mahrumiyet durumunda üzüntü ve umutsuzluğa kapılırlar. Kendilerine verilen her nimetin ya da her sıkıntının, Allah'ın beğendiği tavırları gösterip göstermemeleri konusunda bir deneme olduğunu bilirler ve Kuran'da kendilerine öğretildiği gibi davranırlar.

Başlarına gelen her olayı Kuran'ın şu ayetinin bilinci ile değerlendirirler:
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)

Tüm bu gerçekler karşısında Kuran'ın insanlara gönderilmiş ne kadar büyük bir rahmet olduğu bir kez daha görülmektedir. Çünkü insanlar söz konusu gerçekleri, Allah Katı’ndan gelen Kuran vasıtasıyla en doğru şekilde öğrenmiş olurlar.

Gerçek Hayatın Ahiret Yurdu Olduğunu Kuran'dan Öğreniriz

İnsanların algılarının ötesindeki konular hakkında kendi başlarına bilgi sahibi olma imkanları yoktur. "Gelecek" de bunlardan biridir. Kimse yarın ne yapacağını, nerede olacağını, başına neler geleceğini hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceği gibi, gece yattığında uyanabileceğinden, hatta bir dakika sonra hayatta olup olmayacağından emin olamaz. İşte insanlar bu sınırlı bilgiler dolayısıyla her dönemde gelecek hakkında merak sahibi olmuşlardır. Bu merakın en büyük bölümü, ölümden sonraki hayatta kendilerini nelerin beklediği olmuştur.

Elbette ki bu soruların tümünün en doğru cevabını, dünyayı, insanları, ölümü, kıyamet gününü, cenneti, cehennemi, geçmişi ve geleceği, sonsuz ahiret hayatını yaratan Allah Kuran'da bildirmektedir. Allah, evreni ve içindeki tüm varlıkları yoktan var etmiştir ve her an da var olarak tutmaktadır. Evrenin boyutlarından biri olan zamanı da yaratmış ve yarattıklarını zamana bağımlı kılmıştır. Allah, yaratmış olduğu zamandan bağımsızdır; zaman ve mekan kavramlarından münezzehtir. Allah herşeyi zamansızlık boyutunda dilemiş ve belirli bir kader ile yaratmıştır. Bizim için geçmiş ya da gelecek olan herşeyi Allah tek bir an olarak bilir ve yaratır. Gelecek de dahil olmak üzere insanın algılarının erişemediği herşey Kuran'da "gayb" (gizli, örtülü) olarak tanımlanır. (Kader konusunda geniş bilgi için yazarın "Zamansızlık ve Kader Gerçeği" isimli kitabına başvurabilirsiniz.)
Mezarlık
Her canlı varlık Allah'ın belirlediği süre geldiği zaman mutlaka ölecektir ve Allah'ın karşısında dünyada yaptıklarıyla ilgili olarak tek başına hesap verecektir. Bu gerçeği Allah Kuran'da haber verir.



İşte ahiret de insanlar için bu dünyada bulundukları sürece bir gaybdır. Kuran ile insanlara ahiretin varlığı bildirildiği gibi, ahiret hakkında da detaylı bilgiler verilir. Ölümden sonra neler olduğu konusunda her devirde filozoflar, düşünürler pek çok varsayımlar öne sürmüşlerdir. Ayrıca her toplumun kültüründe bu konuda çok sayıda efsaneler, hurafeler mevcuttur. Ama bu konuda en doğru ve kesin bilgi insanlığa yine hak dinler vasıtasıyla bildirilmiştir.

Bu dünyanın geçici bir deneme yeri olduğu, gerçek yaşamın ise ebedi olarak ahirette süreceği insanlara hak dinler ile haber verilmiştir. İnsanların bu dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette göreceklerini, yapılan hiçbir iyilik ya da kötülüğün karşılıksız kalmayacağını, Kuran ile öğreniriz. Bu dünyada hak dinin gerektirdiği gibi yaşayan, Allah'ın istediği, beğendiği gibi davrananların ahirette mükafatlandırılacaklarını din ahlakının gereklerini yerine getirmeyenlerin ise sonsuz bir cehennem azabına maruz kalacaklarını da Kuran ile öğreniriz.

Kuran ile bize ölüm anından, kıyamet saatine, hesap gününden cennet ve cehennem hayatının en ince detaylarına kadar ahiret konusunda gerekli her türlü bilgi verilir. En son İlahi kitap olan Kuran'da bize ahiret hayatı çeşitli biçimlerde tarif edilir ve gerçek yurdun ahiret yurdu olduğu şöyle hatırlatılır:
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Tatil
İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o (size va'dedilen) sizin (aranızda) konuştuklarınız kadar, elbette kesin bir gerçektir. (

KURAN AHLAKININ TOPLUM HAYATINA ETKİSİ



Toplumlarda Kuran ahlakının yaşanmamasından dolayı pek çok olumsuzluklar görülür. Örneğin, dinden uzak bir toplumda insanların çoğunluğunun bencil, adaletsiz ve kötü ahlaklı olmaları kaçınılmazdır. Çünkü insanların gerçek anlamda güzel ahlaklı olmalarının ardındaki tek sebep din ahlakının yaşanmasıdır. Allah'a iman eden, ahirete kesin bilgiyle inanan insanlar, Allah'ı hoşnut edebilmeyi istedikleri ve yaptıklarının hesabını vereceklerinin bilincinde oldukları için hareketlerini Allah korkusuna dayandırırlar. Allah'ın menettiği kötü hal, tavır ve davranışlardan, olumsuz ahlak özelliklerinden kaçınırlar. Bu insanların yaşadığı bir toplumda ise her türlü sosyal problem bertaraf edilir.

Fakat din ahlakından uzak bir insan, işlediği kötülüklerin karşılığını eninde sonunda alacağına, yaptıklarının hesabını vereceğine inanmadığı için hareketlerinde herhangi bir sınır gözetmez. Yaptığı şeylerden dolayı kimseye hesap vermeyeceğini düşünen bir insan için kötülükte çekinilecek hiçbir sınır yoktur. Prensip gereği bazı olumsuz hareketleri yapmıyor olsa bile uygun ortam bulduğunda, mecbur kaldığında, çevresinden teşvik gördüğünde ya da bir fırsatını bulduğunda bunları yapmaktan çekinmez.

Böyle bir hayatı seçen kişi için dinsizliğin maddi-manevi karşılığı daha dünyada iken başlar. Bunun sebebi aslında her insanın vicdanen din ahlakını yaşaması gerektiğini biliyor olmasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi her insanda vicdan mekanizması vardır. Ancak müminlerde çok gelişmiş olan bu özellik, din ahlakını yaşamayanlarda körelmiştir. Yani din ahlakından uzak insanlar vicdanlarına uymayarak kendilerini manevi bir sıkıntıya sokarlar. Sonuç olarak herkes aslında bir Yaratıcısı olduğunu, O'na karşı sorumlu olduğunu ve güzel ahlaklı olması gerektiğini bilir. Ama bunları yerine getirmek dünyevi çıkarlarıyla çatıştığı için uygulamaz.

Bu nedenle de ya din ahlakının gereklerini bütünüyle reddederek böyle bir sorumluluktan kaçınır ya da sürekli olarak kendisinin "iyi kalpli, temiz ve dürüst bir insan" olduğu gibi savunmalarla dini Kuran'da tarif edildiği gibi yaşamamak için mazeretler bulur. Ancak her iki durumda da insanlar bilinçaltlarında Allah'ın istediği biçimde yaşamaları gerektiğini bilirler. Vicdanlarının bu sesine göre hareket etmedikleri için de daha henüz dünyadayken bunun manevi azabını tadmaya başlarlar. İşte din ahlakından uzak toplumlarda yaşanan bunalımların, psikolojik sorunların, ruhsal çöküntülerin temel kaynağı "vicdan azabı" adı verilen bu manevi sıkıntıdır. Henüz ahirete gitmeden yaptıklarının azabını daha bu dünyada tadmaya başlayanların durumu ayette şöyle tarif edilir:

Derler ki: "Eğer doğruyu söylüyor iseniz, bu va'dolunan (azab) ne zaman?" De ki: "Belki de acele etmekte olduğunuzun (azabın) bir kısmı size yetişmiştir bile." (Neml Suresi, 71-72)

Ahiretteki sonsuz ve dayanılmaz manevi azabın küçük bir parçası olan dünyadaki vicdan azabı az önce belirttiğimiz gibi kişinin yaratılışına ve yaratılış amacına aykırı bir tutum, bakış açısı ve yaşantıyı tercih etmesiyle başlar. Kişinin bu çarpık, din ahlakının dışındaki tutum ve zihniyetini değiştirmediği sürece de bu manevi azaptan kurtulması mümkün değildir. Ancak çeşitli yöntemlerle kendini uyuşturarak vicdanının sesini duymamaya, azabını dindirmeye çalışır. İnsan hem fiziken hem de ruhen din ahlakını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır.

İnsanı da ona en uygun hayat modelini de yaratan Allah'tır.
İnsan hem fiziken hem de ruhen din ahlakını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır. İnsanı da ona en uygun hayat modelini de yaratan Allah'tır. İnsanlar bunun dışına çıktıklarında doğal olarak kişisel ve toplumsal düzeyde aksaklıklar baş gösterir. Bu aksaklıklar ise, kitabın başında bahsedildiği gibi tarih boyunca tüm insanların içinden çıkmaya çabaladıkları, günümüzde de etkisi hemen her toplumda görülen sosyal ve bireysel hastalıklar ve yaralardır. Bunlardan kurtulmanın tek yolu ise din ahlakının yaşanmasıdır. Allah Kuran ahlakı ile bunların her birine gerçek anlamda çözüm getirmiştir.

Din Ahlakı İnsanların Suç İşlemelerini Engeller

Din ahlakını yaşamayan bir kimse, kendi çarpık mantığına göre, yaptıklarından dolayı herhangi bir hesap vermeyeceğine, cezalandırılmayacağına ve sonuçta da bir kayba uğramayacağına inanır. Böyle bir insanın kendi çıkarları uğruna herhangi bir sınır tanıması, başkalarının hakkını, iyiliğini, menfaatini gözetmesi için hiçbir sebep yoktur. Çünkü, çarpık mantığına göre, bir kere geldiği bu dünyada en rahat şartlarda yaşamalı, istediği herşeyi elde etmeli, aklına gelen herşeyi yapabilmelidir. Kuran'da din ahlakını yaşamayan insanların bu mantıkları şöyle anlatılır:

Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın) dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar.(Casiye Suresi, 24)

İşte bu mantığa sahip olan bir insan, sınır tanımaksızın her türlü kötülüğü veya ahlaksızlığı yapabilir; sahtekarlık yapabilir, yalan söyleyebilir, çalıştığı yerde rahatlıkla zimmetine para geçirebilir, çalabilir, dolandırıcılık yapabilir, menfaatleri söz konusu olduğunda yalancı şahitlik yapabilir, sözünde durmayabilir, eline para, güç ya da imkan geçtiğinde diğer insanları ezebilir... Kötülükte daha da ileri gitmemesi için hiçbir engeli yoktur.

Bir müddet sonra vicdanı öylesine körelir ki artık bu insan tamamen nefsinin hakimiyetine girer. Nefsi ne derse, ne emrederse hemen yerine getirir. Hiçbir sınırlayıcı, engelleyici güç tanımaz. Çıkarları gerektirdiğinde adam öldürmeyi dahi göze alabilir. Hergün gazete sayfalarında bu tür sayısız habere rastlanmaktadır. Bilezikleri için komşusunu, kıskançlık için kocasını, öfke sebebiyle arkadaşını, cinnet nedeniyle çocuklarını, para için annesini-babasını öldüren insanların haberleriyle gazete sütunları dolar taşar. Aslında bunlar da sadece olayın görünen kısmıdır; gazetelere yansımayan daha böyle pek çok haber vardır. Tüm bunlar bu insanlarda vicdanın tamamen kapandığını, hakimiyetin nefsin eline geçtiğini gösterir. Bu kişiler din ahlakını ve Allah korkusunu yaşamadıkları için bu hale gelmişler ve manen insanlıktan çıkmışlardır. Ayette bu tip insanlar "sınır tanımaz, saldırgan, günahkar..." (Mutaffifin Suresi, 12) gibi sıfatlarla isimlendirilir.


Haberler
Haber
Din ahlakını yaşamayan kişinin vicdanı körelir ve bir süre sonra tamamen nefsinin hakimiyeti altına girer. Öyle ki bu kişi çıkarları için adam öldürmekte sakınca görmeyebilir. Her gün gazetelerde yer alan haberlerin nedeni bu kişilerin Kuran ahlakını ve Allah korkusunu yaşamamalarıdır.
Her an herşeyi yapabilecek insanlarla dolu bir ortamda, sokakta, otobüste, markette, bir eğlence yerinde veya herhangi bir yerde yanınızda bulunan sıradan bir kişi, aslında potansiyel bir tehlike olabilir; hırsız, sapık, katil vb. herşey çıkabilir. Hatta bu, iyi görünümlü, tahsilli bir kişi bile olabilir. Bunun oldukça gerçekçi bir yorum olduğunu, popüler bir dergide çıkan bir ropörtajdan bir kesitle tespit etmek mümkündür:
  • - Dergi: "Cinayet ilginizi çektiğine göre işlemek ister miydiniz?
  • - Konuk: "… Cinayet işlemek istediğim anlar da olmuştur, somut bir kişiye karşı değil sadece. Günde sekiz on kişiyi öldürmek isteyebilirim. Böyle bir vahşet var insanların içinde. Benim de vahşete bir yakınlığım var. Ama somut bir cinayet bana çirkin gelebilir, kanlar akacak, adam yıkılacak, düdükler çalacak, polis gelecek… Uzun iş… Ama soyutta cinayet çekici bir iş benim için."
  • - Dergi: "Peki nasıl bir cinayet işlerdiniz?"
  • - Konuk: "Tabii silahı tercih ederim. Zehir işin dehşetine pek uygun düşmüyor, fazla sinsice."
Görüldüğü gibi, halk arasında aydın olarak bilinen bir kişinin bile içinde böyle bir dehşeti barındırması ve bunu hiç çekinmeden kolaylıkla dile getirmesi din ahlakını yaşamayan bir toplumun ortak zihniyeti hakkında güzel bir fikir vermektedir. İfadelerinden, üşenmese, rahatı kaçmasa, başına iş açılmayacağından emin olsa böyle dehşet verici bir fiili büyük bir zevkle işlemekten kaçınmayacağı açıkça görülen bu kişinin örneği, insanlarda Allah inancı ve Allah korkusu olmadığı, Kuran ahlakı yaşanmadığı takdirde toplumun varacağı korkunç boyutları gözler önüne sermektedir. Cahiliye insanının rahatlıkla ve gözünü kırpmadan işleyebildiği cinayet gibi büyük bir suç hakkında Kuran'daki hüküm şu şekildedir:

... Kim bir nefsi bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur...(Maide Suresi, 32)


Şüphesiz ki ayette verilen örnek son derece önemlidir; Allah böyle bir suçu bütün insanları öldürmekle eş tutmuş, diğer ayetlerde de bunun cezasının cehennem olduğunu bildirmiştir. (Nisa suresi, 93) Bu durumda Allah'tan korkan bir insanın değil böyle bir günaha yaklaşması, aklından bile geçirmesi mümkün değildir. Bunun en güzel örneklerinden birini Kuran'da Adem Peygamberin oğullarından bahsedilen kıssada görmek mümkündür. Hz. Adem'in oğullarından biri kardeşini haksız yere, yalnızca hasetten dolayı öldürmek isteyince diğerinin tavrı şöyle olmuştur:

Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. (Maide Suresi, 28)

İşte müminlerle diğer insanlar arasındaki fark burada yatmaktadır. İnananlar her ne olursa olsun haram olan bir şeye yaklaşmazken, diğerleri rahatlıkla her türlü kötülüğü işleyebilmekte ya da işlemekte bir sakınca görmemektedir.
Din ahlakının yaşandığı bir toplumda insanlar Allah korkusuyla dolu oldukları için hırsızlık, yalan, rüşvet, cinayet gibi ahlaksızlıkların hiçbiri olmaz. Din ahlakını yaşayan insan hayatını Allah'ın sınırları içerisinde vicdanına uyarak sürdürür, içindeki negatif ses olan nefsinin kötü olarak emrettiği herşeyi bırakır.

Ama din ahlakı yaşanmadığında kişi nefsinin emrine girip, iradesini bir kenara bıraktığı için sürekli olarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket eder. Böylece her türlü kötü ahlaka kapı açılmış olur. Örneğin hırsızlık yapmak kişinin çıkarlarına uygun olabilir, ama din ahlakı bunu yasaklamıştır ve aynı zamanda bu karşı tarafa zarar verecek bir harekettir. Karşı tarafın yıllar boyunca çalışıp kazandığı para, bütün emeği bir gecede yok olur ki bu da mal sahibine acı verir. Aslında çalan kişiye de vicdan azabı şeklinde acı verir. Dolayısıyla Kuran ahlakı bu tür kötülükleri yasaklayıp, haram kılmakla insanlara dünyada da çok güzel, huzurlu bir ortam hazırlamış olur.

Dergi
Dünyaca ünlü Time dergisi "Rüşvette Dünya Savaşı" ve "Kokuşmuşluğa Karşı" başlıklı yazılarda rüşvet skandallarını tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermiştir.
Kolombiya'dan Hindistan'a, Fransa'dan Güney Kore'ye, Japonya'dan İspanya'ya kadar birçok ülke rüşvet yolsuzluklarıyla sarsılmıştır. Kökeninde dinsizliğin yattığı bu problemlerin tek çözümü Kuran ahlakının yaşanmasıdır.

Bu anlatılanlara dinsiz bir kişi karşı çıkıp, "ben dinsizim, ama rüşvet almıyorum" diyebilir. Gerçekten bu insan ömrü boyunca hiç rüşvet almamış da olabilir, prensipleri gereği rüşvet almayı doğru bulmuyor da olabilir. Ama öyle şartlar meydana gelir ki almakta bir sakınca görmeyebilir. Örneğin maddi açıdan çok zor durumda kalabilir, eşi ya da ailesi rüşvet alması konusunda baskı yapabilir, öyle bir ortama girer ki rüşvet almayı herkes meşru görüyordur veya ona zayıf ve duygusal bir noktasından yaklaşabilirler. Bunun gibi pek çok değişik durum olabilir, kişi için kendince makul gerekçeler meydana gelebilir ve o kişi sonunda hiç düşünmeden rüşvet alabilir.

Oysa Kuran ahlakında rüşvet konusu, hem alan hem de veren açısından yasaklanmış ve böyle yaygın bir toplumsal yaranın her iki taraf açısından da önlemi alınmıştır. Bu şekilde din ahlakını yaşayan bir kimse, pek çok ayette haram kılınan haksızlık ve adaletsizliğin bir biçimi olan rüşvet almaya yanaşmayacağı gibi, rüşvet vermeye, rüşveti teşvik etmeye de aşağıdaki ayetin ihtarıyla teşebbüs bile edemez:

Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın. (Bakara Suresi, 188)

Kuran'da, Sorumlulukların O Konuda Bilgili ve Tecrübeli İnsanlara Verilmesi Emredilir

Günümüz toplumlarında karşılaşılan sorunların, çözümsüzlüklerin en önemli nedeni bu konularla ilgili insanların bu sorunları çözebilecek, halledebilecek kabiliyette ve ehliyette olmamalarıdır. Din ahlakından uzak toplumlarda, bulundukları görevlerin, aldıkları sorumlulukların hakkını veremeyen insanlar çok sayıdadır. Çünkü bu kimselerde insanlar için fayda getirecek işler yapma, hizmet etme konusunda şevk yoktur; dolayısıyla kendilerini faydalı olacak yönde eğitmemişlerdir. Bulundukları görevlere gelmelerinin sebebi de, o görevin gerektirdiği sorumlulukların altından kalkmaya ehil olmaları değildir. Bunların görevlendirilmeleri çeşitli imtiyaz, kayırma ve karşılıklı çıkar ilişkilerinin bir sonucudur.

Örneğin bir fabrikanın başına genellikle o fabrika sahibinin oğlu geçer. Burada söz konusu kişinin bu iş konusunda kabiliyetli olup olmadığı, bu konuda gerekli eğitimi görüp görmediği pek bir önem taşımaz. Hatta görev alan kişi de belki bu işi yapmak istemiyordur ama başka bir işte istediği çıkarları elde etmesi mümkün olmayacağı için zorunlu olarak bu işi yapıyordur. Bu zorunluluk ve bilgisizlik dolayısıyla da faydalı işler yapması mümkün olmamaktadır. Gün geldiğinde en basit sorunlarla bile başa çıkamamakta, sıradan insanların akledebilecekleri tedbirleri zamanında alamamakta ve iş yerinin çok daha yeni ve çözümsüz problemlerle karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır.

Oysa Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda böyle bir manzarayla karşılaşmak mümkün değildir. Çünkü görevleri, sorumlulukları ehil olan kimselere emanet etmek Allah'ın Kuran'da bildirdiği kesin bir emridir:

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)

Allah'tan korkan ve din ahlakını yaşayan kimseler de Allah'ın emirlerini son derece titizlikle yerine getirirler. Aynı şekilde dindar bir toplumda kendilerine çeşitli görevler, sorumluluklar emanet edilen kimseler de Allah'tan korkan kimseler olacakları için verilen görevleri en iyi biçimde yerine getirmeye gayret ederler:

(Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir. (Mearic Suresi, 32)

Din Ahlakı İnsanlar Arasındaki Vefasızlığı ve Sadakatsizliği Kaldırır

Güvenilirlik, vefa ve sadakat gibi kavramlar din ahlakı ile insanlara öğretilen değerlerdir ve ancak dinin yaşandığı bir ortamda uygulanabilirler. Kuran ahlakının yaşanmadığı bir yerde ise bu değerlerin yaşatılmasını ummak büyük bir yanılgı olur. Çünkü insanların birbirlerine her şart ve koşulda, hastalıkta, sağlıkta, zorluk ve sıkıntı zamanlarında vefalı davranabilmeleri ancak, Allah'ın hoşnut olacağını bilmeleri ve ahirette karşılığını alacaklarını ummalarıyla mümkün olur. Aksi halde yani kişi eğer yaptıklarından dolayı hesaba çekilmeyeceğini ve yaptığı kötülüklerden dolayı da cezalandırılmayacağını düşünüyorsa, bu durumda öncelikli olarak kendi çıkarlarını düşünecek ve bencil davranacaktır.

Toplum bunun türlü örnekleriyle doludur; maddi durumu iyi olan bir kişi iflas ettiğinde, iyi mevkide olan biri makamını kaybettiğinde, rütbesi yüksek olan kişi emekli olduğunda, ünlü biri şöhretini yitirdiğinde çevresinde hiç kimse kalmaz. Aynı şekilde bir kişi amansız bir hastalığa yakalandığı zaman da çoğunlukla çevresinde arayıp soran dostu kalmaz. Yine sık rastlanılan bir örnek de iş ortaklarının birbirlerini dolandırmasıdır. Özellikle de bu tür maddi çıkar ilişkilerinde her türlü ahlaksızlık rahatça yapılabilir. Çünkü para, din ahlakını yaşamayan insanların en değer verdikleri kavramdır. Bu sayılanlar günlük yaşamda insanların duymaya alışkın oldukları, hatta bizzat şahit oldukları örneklerdir.

Arkadaş ilişkileri de vefasızlığın somut olarak görüldüğü bir alandır. Başka birinden daha fazla menfaat elde edeceklerini anladıkları anda en yakın arkadaşlarını dahi rahatlıkla terk ederler, öyle ki insanların büyük bölümü bu duruma maruz kalmış, bunun sıkıntısını çekmiştir. Bu kural nişanlı, sözlü ya da evlilik hazırlığında olan insanlar için de geçerlidir. Maddi imkanları daha fazla, fiziki açıdan daha güzel ya da kariyeri daha iyi olan biriyle karşılaştıklarında hemen sevdikleri kişilere sadakatsizlik gösterirler. Evlilik ilişkilerinde de durum böyledir. Eşler birbirlerini rahatlıkla aldatabilir veya terk edebilirler. Onların batıl düşüncelerine göre nasıl olsa kendilerini hiç kimse görmüyordur, yaptıkları gizli kalacaktır, bu yüzden de çekinecekleri bir durum yoktur. Sonuç olarak; cahiliye toplumunda her türlü insan ilişkisinde karşılıklı sadakatsizlik ve bu sebeple de güvensizlik yaygındır. Kişilerin birbirlerine karşı olan bu güvensizlikleri her an tedirgin bir yaşam sürmelerine sebep olur.

Toplumdaki sadakatsizlik örnekleri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Gençliklerinde herhangi bir alanda popüler olan kimseler o dönemlerinde herkesin ilgi odağıyken, bunların büyük bölümü yaşlandıklarında genellikle tek başlarına kalırlar. Çoğu zaman birçokları açlık ve sefalet içinde, evlerinde ya da 3. sınıf pansiyon köşelerinde, büyük bir yalnızlık içinde ölümü beklerler. Artık çevrelerinde ne hayranları, ne gazeteciler, ne de dostları vardır. Arayıp soran kimseleri kalmamıştır. Tam tersi bir yaşam sürerken yaşlanmalarıyla beraber yalnızlığa terk edilmeleri onları da şaşırtır ve din ahlakının yaşanmamasının bir sonucu olarak da elbette acı verir. Ancak bu ahlak Kuran ahlakının yaşanmadığı ortamların değişmez kuralıdır.


Artist
Şatafatlı bir yaşam sürerken yaşlanmalarıyla beraber yalnızlığa terk edilen insanlar dinsiz toplumlardaki sadakatsizliğin delillerindendir.









Dini inkar edenler arasında hakim olan inanca göre insanlar tesadüfler neticesinde evrimleşerek, maymundan türeyen canlılardır. Ancak fiziksel görünümleri ve zenginlikleri ile değer bulurlar, bunları yitirince ise artık hiçbir değerleri kalmaz. Elbette ki bu felsefeye göre maymundan gelip, toprağa gidecek bir varlığa kıymet verilmez. Zaten artık daha genç, daha güzel, daha popüler kişiler onların yerlerini almıştır, bu durumda onlara ihtiyaç olmadığı açıktır. Toplumun diğer fertleri de sonunda toprağa girip, yok olacaklarını düşünen insanlardır. Dine inanmadıklarına göre bu kişilerin vefayla, sadakatle zaman kaybetmeleri kendi felsefeleri açısından anlamsızdır. Benzer şekilde huzur evleri ve bakım yurtları da çocukları tarafından istenmeyen ya da halk arasındaki tabirle "kapıya konan" anne babalarla dolup taşar. Onlar da binbir emek ve özveri ile yetiştirdikleri çocukları tarafından terk edilirler. Üstelik kötü muamele de görürler.
Yaşlı insanlar
Pek çok insan yaşlılık dönemlerinde yakınları tarafından huzurevlerine yerleştirilir ya da sokağa terk edilir. Bu, din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda insanın değersiz bir varlık olarak görülmesinin sonuçlarından biridir.










Görüldüğü gibi din ahlakı yaşanmadığında insanın en yakını olan anne ve babasına karşı tavrı bile böylesine zalimce olabilmektedir. Kaldı ki bu ahlaksızlık, vefasızlık her çeşit insan ilişkisinde yaşanmaktadır. Aslında herkese sıkıntı ve acı veren bu toplumsal hastalığın tek çözümü yalnızca din ahlakının yaşanmasıdır. Din ahlakı yaşandığı takdirde insan değersiz bir varlık olarak görülmekten çıkar, Allah'ın ruh verdiği değerli bir varlık halini alır. Bu değerli varlığın en önemli özelliği, elbette ki dış görünümü, sahip olduğu mallar ya da statüsü değil, takvası ya da diğer bir deyişle Allah'a yakınlığı ve güzel ahlakıdır. Çünkü insanın bu dünyada kullandığı bedeni, sahip olduğu diğer herşey gibi geçicidir.

İnsan bu dünyaya sınanmak için gelmiştir, kısa bir süre kalıp, ahiret yurduna gidecek ve dünyada gösterdiği ahlakından orada sorguya çekilecektir. Bu durumda insan için en önemli şey gösterdiği ahlakı olacaktır. Din ahlakında vefalı ve sadık olmak şarttır; çünkü Allah kullarından bunu ister, dindarlar da doğal olarak Allah'ın beğendiği bu ahlaktan zevk alırlar.

Kuran ahlakı yaşandığında vefanın, sadakatin en güzel örneklerine şahit olunur. Anne baba el üstünde tutulur, değerli sanatçılar, alimler, vatana millete hizmeti, emeği geçmiş kimseler, yaşları ne kadar ilerlerse ilerlesin toplumda hep sevgi, hürmet görürler. Gençler ve sevenleri tarafından sık sık ziyaret edilir, her türlü ihtiyaçları gözetilir. Dostluklar öz kardeşlikten de öte bir yaklaşımla sürer ve ömür boyu devam eder. Üstelik hastalık, zorluk, maddi sıkıntı gibi durumlarda yardım etmek ve böylece güzel ahlak göstererek Allah'ın rızasını kazanmak için bütün çevresi birbiriyle yarışır. Eşler, evlenecek kişiler Allah'ın rızasını gözetmek ve bunun sonsuza kadar devam etmesi niyetiyle beraberliklerini yürütürler.

Ölümden sonra sonsuza dek sürecek bir yaşamın varlığını bildikleri ve iman ettikleri için birbirlerine çok bağlı, sadık ve vefalıdırlar. Bu öyle bir sadakat anlayışıdır ki, iki taraftan biri sakat kalsa da, aciz bir duruma düşse de, sağlığını ya da fiziki güzelliğini kaybetse de aynı bağlılık ve vefa devam eder.

Örneğin güzel bir insanın yüzü yansa ve tanınmayacak duruma gelse mümin olan eşi buna şefkat duyar ve sabreder, dünya hayatının çok çabuk geçeceğini, asıl yurdun ahiret olduğunu bildiği için eşine sevgisinden, saygısından, merhametinden hiçbir şey kaybetmez. Çünkü karşısındaki insanda değer verdiği şey ruhudur. Hatta böyle bir durumda sadakat göstermek mümin için daha da zevkli olur.


Sevgi
Din ahlakını yaşayan insanlar ölümden sonra sonsuza dek sürecek bir yaşamın varlığını bildikleri için birbirlerine çok bağlı ve vefalıdırlar. Kuran ahlakı her türlü toplumsal sorunun tek çözümüdür.










Müminlerin bu sadakat anlayışı iş ortaklıklarında ve diğer her türlü ilişkilerinde geçerlidir. Verdikleri sözde durmak, ahidlerini yerine getirmek, ortaklıklarını güvenle sürdürmek sadık ve güvenilir karakterlerinin göstergesidir. Verilen söze sadık olmak önemli bir mümin alametidir. Kuran ahlakının yaşanmadığı bir ortamda ise insanlardan sözlerine ve birbirlerine vefalı olmalarını beklemek boşunadır.

Şu nokta da önemlidir ki, din ahlakını yaşamayan hatta dinsiz olduğunu söyleyen bir kişi bu verilen örnekleri okuyup, kendisinin dindar olmadığı halde bunlardan hiçbirini asla yapmayacağını iddia edebilir. Gerçekten de bugüne kadar hiç yapmamış da olabilir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, şartlar öylesine değişir ve belki öyle büyük çıkarları söz konusu olur ki bir noktada sadakatsizlik yapabilir. Belki bundan dolayı kendince kınanmayacağı bir ortama gidebilir ya da kendisine çok cazip görünen seçeneklerle karşılaşabilir. Bunlar gibi, dünyevi ahlakını, prensiplerini çiğneyebileceği pek çok ihtimal meydana gelebilir. Oysa, şartlar ne olursa olsun mümin olan bir kişi Allah'ın hoşnut olmayacağı bir ahlakı ya da Allah'ın yasakladığı bir tavrı asla yapmaz. Bu kişi için böyle bir konunun istisnası da olmaz.

Din Ahlakının Yaşandığı Ortamda Barış ve Sükunet Hakim Olur

Allah, Kuran'da müminlere huzurun ve güzel ahlakın hakim olduğu bir yapı tavsiye etmiştir. Bu yapıda öfkeye kapılmak, kin tutmak gibi kötü ahlak özellikleri yoktur. Çünkü Allah Kuran'da müminleri bu tür tavırlardan menetmiştir:

Onlar bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
(Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar.(Şura Suresi, 37)

Çocuklar

Allah müminlerin tarifini yukarıdaki ayetlerde görüldüğü şekilde yapmaktadır. Müminler de bunun dışında bir ahlak sergilemekten sakınırlar. Çünkü tüm hayatlarını Allah'ın sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurmuşlardır. Yaşamları boyunca attıkları her adımda, gösterdikleri her ahlakta, işledikleri her tavırda, söyledikleri her sözde en doğrusunu, en güzelini seçerek davranır, Allah'ın en beğeneceği ahlakı yakalamaya çalışırlar. Allah onlardan güzel ahlakın da üstünde bir ahlak istemekte bunu da "en güzel" olarak tanımlamaktadır. Pek çok ayette bu inceliğe dikkat çekilmiştir:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle... (İsra Suresi, 53)
... Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. (Kehf Suresi, 30)
Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır...(Müminun Suresi, 96)
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

İslam ahlakının yaşandığı ortam herkesin "en güzel" tavra özendiği, bunu yapmaya gayret ettiği bir ortamdır. Herkesin "en güzel"in arayışında olduğu bir ortamda doğal olarak huzur, sükunet ve güzellik hakim olur. Sinirlenme, öfkelenme, kavga, gürültü, tartışma ve benzeri kötü ahlak özelliklerinin hiçbiri görülmez. Aile ortamlarında, arkadaş ilişkilerinde, ticaret konularında, trafikte, her türlü ortaklıklarda ve paylaşımlarda, günlük hayatın hiçbir parçasında müminler bu tür küçüklüklere ve basitliklere tenezzül etmezler. Diğer insanlar tarafından doğal karşılanabilen bu tür tavırlar bir mümin için utanç vericidir.


Kadın
Allah bir ayetinde "Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır" şeklinde buyurmaktadır. Sinirlenmemek, her koşulda yatıştırıcı insan olmak Allah'ın hoşnut olacağı umulan davranışlardandır.








İslam ahlakı gerçek anlamda yaşandığı takdirde toplumda doğal olarak huzurlu bir atmosfer oluşur. Din ahlakı yaşanmadığı sürece de insanlar huzursuzluklara ve sıkıntılara mahkumdurlar. Din ahlakını yaşamayan veya dine inanmayan bir insanı durduracak bir mekanizma yoktur, bu kişi tamamen nefsinin kontrolündedir. Böyle bir insanın bir anı diğer anına uymaz. Umulmadık yerde öfkelenir, kırıcı olabilir, sesini çirkin bir tarzda yükseltir, bağırır, hiddetlenir hatta şiddet dahi uygulayabilir. Aslında öfkelenme kişisel ve toplumsal huzursuzluğun dışarı yansıyan bir şeklidir, daha önce de ifade edildiği gibi bu, eşler ve arkadaşlar arasında, ticari ilişkilerde olduğu gibi trafik sıkışıklığında dahi sıklıkla rastlanılan bir durumdur. Özellikle sıkıştıkları anlarda, işleri yolunda gitmediğinde, ani durumlarda, çıkarları tehlikeye girdiği zamanlarda sinirlenmeyen insan çok enderdir. İşte bu tür insanlarla dolu bir toplum da her yönden çekilmez bir hal alır.

Karşıdaki insanın yorgun, dalgın, üzüntülü, uykusuz olabileceğini ve kendisi gibi bir insan olduğunu düşünmeden en ufak aksaklığa, kendine ucu dokunan en ufak bir olaya aşırı tepki gösterir; bağırır çağırır, hakaret, hatta kavga eder.

Yemeğin tuzunun fazla olmasına, gömleğinde leke kalmasına veya kapıcının çöpü biraz geç almasına ve benzeri birçok konuya aynı ölçüde hiddetlenebilir. Gerçekten hassasiyet göstermesi, tepki vermesi, müdahale etmesi gereken bir konuda, bir haksızlık, adaletsizlik durumunda ise zararı kendine dokunmuyorsa umursamazlık, vurdumduymazlık gösterebilir.

Din Ahlakı İnsanların Dengeli Bir Ruh Haline Sahip Olmalarını Sağlar

Din ahlakını yaşayan insanlar tam anlamıyla Allah'a teslim oldukları, herşeyin Allah'ın kontrolünde gerçekleştiğini bildikleri için son derece dengeli ve itidalli bir ruh haline sahiptirler. İyi ya da kötü hiçbir olay karşısında kontrolü elden bırakmaz, ani reaksiyonlar göstermez, tamamen akılcı olarak hareket ederler. Bu nedenle son derece güvenilir insanlardır. En kötü şartlarda bile hem kendilerinin hem de çevrelerinin en az zarar görecekleri şekilde, en akılcı tedbirleri alırlar. Çünkü müminler Allah'ın kitabı olan Kuran'la eğitilmiş insanlardır ve tüm davranış, hareket ve tepkileri de Kuran'dan öğrendikleri üstün ahlak ve karakter yapısı çerçevesinde gerçekleşir.

Allah'ın hükümlerine son derece titiz bir biçimde uyduklarından ve Allah'tan korkup sakındıklarından akıl ve şuur olarak çok gelişmişlerdir. Olaylar karşısında en doğru ve en güzel davranış tarzını gösterebilmelerini sağlayan bir kavrayış, feraset ve muhakeme yeteneğine sahiptirler.
Aile
Hayır, kim (güzel davranışı ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi Katı’nda ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)
Elbette ki bu özelliklere sahip olan mümin hiçbir olay karşısında paniğe, ümitsizliğe, endişe ya da üzüntüye kapılmaz, her zaman dengeli, tevekküllü, sağlıklı bir ruh hali taşır.

Zorluklar karşısında yılmaz, kararsızlığa kapılmaz ve sabırlı davranır. İnsanlara, hoşgörülü ve merhametli davranır. Sözün en güzelini söyler, tavrın en güzelini gösterir. Güçlü, güvenilir, olgun bir kişilik sergiler. Herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu unutmaz ve aşağıdaki ayetleri karşılaştığı hiçbir olayda aklından çıkarmaz:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.(Hadid Suresi, 22-23)

Kuran ahlakını yaşamayan insanlar ise Allah'ı tanıyıp, tüm olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu düşünmedikleri için hayatları hep korkular, endişeler, huzursuzluklar içinde geçer. Bundan dolayı da dengesiz ve bozuk bir kişilik yansıtırlar.

Dışarıdan bakan birisi için bu kişilerin ruh hali oldukça tedirginlik vericidir. Bu tip kişiler ruhlarında sürekli dalgalanmalar yaşarlar. Gayet mutlu gibi gözükürken bir anda hüzünlenip ağlamaya başlayabilirler. Neye üzülecekleri ya da neden dolayı ağlayacakları da belli olmaz. Kimi zaman eski bir anıları akıllarına gelir, duygulanırlar. Çok kolay bunalıma girer ve bunu rahatlıkla, normal bir tavırmış gibi "bunalımdayım" diyerek dile getirirler. İntihar etmeyi bile düşünür hatta deneyebilirler. Böyle insanların hareketlerinde hiçbir sınır ya da ölçü yoktur. Neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu konusunda kesin bir fikirleri yoktur; neyin yerinde neyin yersiz, neyin gerekli neyin gereksiz, neyin anlamlı neyin anlamsız, neyin akılcı neyin delilik olduğuna sağlıklı olarak karar veremezler.
Çünkü tüm bu kavramlar hakkında en doğru ölçüleri bildiren hak dinden habersizdirler.


Üzülen insanlar
Korku, endişe, huzursuzluk gibi sıkıntılar, dini yaşamayan insanların günlük yaşamlarının büyük bir bölümünü oluşturur. Bu sıkıntıların sonucu ise dengesiz bir kişiliktir.







Dinden habersiz oldukları için Allah'a güvenip dayanmazlar. Allah'ın herşeyi bir kader üzere yarattığından, herşeyin Allah'ın dilemesi ile gerçekleştiğinden ve bu dünyada başlarına gelen iyi ya da kötü herşeyin kendilerinin denenmeleri için yaratıldığından haberleri yoktur. Dinden habersiz oldukları için başlarına gelen olayların hikmetlerini ve içeriğini anlayamaz ve bu olaylar karşısında en sağlıklı tepki ve davranışın nasıl olması gerektiğini bilemezler. Herşeyin tesadüfler sonucu olduğunu düşündükleri için tüm hayatları güvensizlik, endişe ve stres içinde geçer. Bu yüzden sürekli bocalar, yanlış kararlar alır, yanlış tepkiler verirler. Her yaptıkları işten pişmanlık duyarlar.

Hiçbir konuda sağlıklı bir ölçüleri yoktur; iyi bir olay karşısında hemen şımarıp sevince kapılır, kendilerinden geçer, taşkın hareketler yapabilirler. Azgınlıkları, küstahlıkları ve kibirlenmeleri artar. Neşelenince şuurlarını kaybeder, küçük düşürücü, basit hareketler sergileyebilirler. Kötü bir olay karşısında da aynı şekilde kontrolsüz davranır, birdenbire her türlü acizlik ve çirkin davranışı gösterebilirler. Çileden çıkıp kendilerini yerden yere atıp, bağırıp çağırabilir, çığlık çığlığa ağlayabilirler. Öfkelendiklerinde bilinçsiz hareketler yapabilir, kötü sözler sarfedebilirler.

Bu tür tavırların yalnızca belli bir kültür seviyesinin altındaki insan kesimlerine özgü olduğu sanılmamalıdır. Din ahlakını yaşamayan toplumlarda en olgun, en kültürlü, en aklı başında görünen, "lafını sözünü bilen" diye tabir edilen kimseler bile umulmadık bir olay karşısında kontrolünü kaybedip basit, seviyesiz tavırlar gösterebilirler. Nefislerine ağır gelen, çıkarlarına ters düşen durumlarda bu tür kimselerin nasıl çirkin, saldırgan ya da aciz bir karaktere büründükleri çok sık şahit olunan bir gerçektir.

Din Ahlakını Yaşayan İnsanlar Güçlü ve Kararlı Bir Kişiliğe Sahip Olurlar

Cahiliye ortamında insan, kişilik olarak güçlü görünse dahi mutlaka birtakım sınırları vardır. Din ahlakını yaşamayan bir insan belli bir noktadan sonra zaaflarına karşı koyamaz. Çeşitli olumsuz tavır ve davranışlara prensip olarak karşı olanlar dahi önemli bir çıkarları söz konusu olduğunda prensiplerinden taviz verebilirler. Eşlerinden, yakınlarından gördükleri bir baskı, hastalık, ihtiyaç ya da benzeri bir durum oluştuğunda ve bu şartlardan dolayı kınanmayacakları bir ortam bulduklarında hiçbir kural ya da prensip tanımazlar. Cazip menfaatler karşısında ödün vermelerini engelleyecek hiçbir ciddi gerekçeleri yoktur.

... Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)

Yalnız daha önce de belirttiğimiz gibi din ahlakını yaşamayan bir insanın bugüne kadar böyle bir şey yapmamış olması önemli değildir. Önemli olan bu tavizleri vermesini engelleyecek hiçbir bağlayıcı, çekinecek sebebinin olmamasıdır. Söz konusu insanlar Allah'tan korkmadıkları için iradelerini ayakta tutacak bir güce sahip değildirler.

Oysa din ahlakını yaşayan biri için durum çok farklıdır. Dünyada var olan hiçbir sebep onları doğru bildiklerini yapmaktan ve bu konuda kararlı olmaktan alıkoymaz. Bunun temel nedeni ise sahip oldukları Allah korkusudur. Allah'ın kudretini kavrayabildikleri için Allah'ın azabından ve cezalandırmasından şiddetle korkarlar. Allah'ın kendilerini her an duyduğunu, gördüğünü ve sakladıkları, gizledikleri herşeyi Allah'ın bildiğini bilir, her an Allah'ın huzurunda olduklarını hissederek yaşarlar. Din ahlakına gerçek anlamda bağlı olan insanlar güçlü ve iradeli olurlar, her ne olursa olsun Kuran ile yasaklanan, Allah'ın hoşuna gitmeyecek bir şeyi yapmazlar. Müminlerin, karşılaştıkları hiçbir olay karşısında Allah'a yakınlıktan taviz vermeyen tutumları ayetlerde şöyle haber verilmiştir:

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 37-38)

Kuran Ahlakı Bencilliği Ortadan Kaldırır

Din ahlakını yaşamayan insanların yalnızca kendilerini düşünmeleri kaçınılmazdır. Bu aslında felsefi bir zorunluluktur, çünkü yaşadıkları sistem bunu gerektirir. Fedakarlık, merhamet, güzel ahlak gibi değerler din ahlakının getirdiği ve ancak dinle birlikte tam anlamıyla yaşanabilecek değerlerdir. Ancak Allah'a ve ahirete iman eden, hesap vereceğini bilen kişiler Allah'ın razı olduğu ve beğendiği bu ahlakı taviz vermeden yaşarlar. Bu nedenle dindar olmayan bir insanın böyle bir ahlakı tam anlamıyla yaşaması imkansızdır. Fakat bunu "toplumda bencil insanlar da vardır, ben onlardan değilim" şeklinde düşünmek, kendi üzerine hiç almamak hata olur. Çünkü eğer din ahlakı yaşanmıyorsa bencilliğin başka bir alternatifi yoktur. Diğer kötü ahlak özelliklerinde olduğu gibi bunun da sebebi aynıdır: Sonsuz bir hayatın varlığına, hesap vereceğine, ceza göreceğine inanmamak ve Allah'tan korkmamak.

Bu nedenle din ahlakını yaşamayan insanlar kendi deyimleriyle "gemisini kurtaran kaptan" tarzında bir yaşam sürerken, çevrelerindeki insanları umursamazlar. Geleceğe yönelik beklentileri daha zengin olmak, daha iyi bir kariyere sahip olmak, daha iyi yaşamak ve bunlara benzer hedeflerdir. Çevrelerindeki kişileri, dostlarını, ihtiyaç sahiplerini düşünmek hatta tüm insanlığa faydalı olmak akıllarına bile gelmez. Çünkü kendilerince, bu fedakarlıkları göstermelerini, bu tür bir ahlakı yaşamalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Çevrelerinde de daha farklı bir yapıya rastlamazlar; zaten tüm toplum bu şekildedir. Bu durum da onlara vicdani bir rahatlama sağlar.

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i ‹mran Suresi, 134)

Kısacası din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda bencillik kaçınılmazdır. Böyle bir toplumda az ya da çok herkes mutlaka bencildir. Halbuki, bencillik insanın nefsine, ondan sakınması için deneme maksadıyla verilmiş bir özelliktir. Bu durum ayette şöyle belirtilir:

... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)

Genelde bencil insanlar en küçük bir detaydan en önemli konulara kadar herşeyde kendi istedikleri yapılsın isterler. Karşı tarafın isteği ya da hoşnutluğu onlar için önemli değildir.

Örneğin yorulduysa hemen oturmak ister ama kendisinden daha yorgun ya da yaşlı veya hasta olan insanların oturmasını önemsemez. Arkadaşlarıyla beraberken en iyi yemek, en iyi yer, en iyi yatak, en iyi kıyafet hep kendisinin olmalıdır. Kendi rahatı için başkaları rahatsız ve huzursuz olacaksa bu da önemli değildir. Kendisi dinlenirken sessizlik ister ama eğlenmek istediğinde rahatsız olan insanları umursamaz; bunu en doğal hakkı olarak görür. İş yerinde, okulda, arkadaşlarıyla ilişkilerinde, evliliğinde hemen her yerde bencilliğin çeşitli türleri ortaya çıkar.Yaşlılar

Zaman zaman din ahlakının yaşanmadığı ortamlardan da istisna olan kişiler çıkabilir. Örneğin, "iyi" bilinen insanlar vardır. Eşine dostuna karşı cömert, fedakar olarak tanınan bu kişiler, aynı zamanda birçok sosyal yardım faaliyetlerinde de sık sık boy gösterirler. Fakat bu tür kişiler çoğunlukla, yaptıkları iyilikleri Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için değil de kendi gururlarının okşanması, iyi ve fedakar bilinmek, övülmek, takdir toplamak için yaparlar. Ayrıca bu kişilerin yaptıkları bağış ve yardımlar da kendi mali durumlarını etkileyecek bir külfet değildir.
İdealist olarak tanınan insanlar da aynı zihniyette bir liderlik yapma, sorumluluk alma isteğine sahiptirler. Amaçları hiçbir zaman Allah'ın rızasını gözetmek, insanlara, topluma faydalı olmak, hizmet etmek değildir. Yalnızca bencil duygularını tatmin etmek, şöhret, övgü, prestij kazanmak uğruna böyle sorumluluklar alırlar, makam ve mevki elde etme peşinde koşarlar. Ciddi anlamda bir çıkarları olduğunda ise gerçek ahlaklarını dışa vururlar.

Din ahlakını yaşamayan toplumlarda, "fedakar" olduğunu düşünen bir kişi bile müminlerin ahlaklarıyla ve fedakarlıklarıyla kıyaslanınca oldukça bencil kalır. Çünkü müminlerin özveri anlayışları onların kavrayışlarının çok üstündedir.

Müminler, kardeşlerinin nefislerini kendi öz nefislerine tercih ederler. Kendileri için istediklerinin daha fazlasını samimi olarak kardeşleri için isterler. Çünkü Kuran'a uymak onlara öyle bir ahlak kazandırmıştır ki; "Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan Suresi, 8) Bu ahlaktan ötürü müminler ayetin ifadesiyle "erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına"((Nisa Suresi, 75) mücadele ederler, yalnızca kendilerini düşünmek yerine herkesin sorumluluğunu alıp, büyük düşünürler.

İşte din ahlakı tam anlamıyla yaşandığı takdirde toplumsal ilişkiler de fedakarlığa dayalı olacak, pek çok sorun ortadan kalkacaktır.

Din Ahlakını Yaşamak Dünya Hırsını ve Tamahkar Olmayı Engeller


İnsanlar sevgi, kardeşlik, yardımlaşma, dostluk ve paylaşma gibi kavramları gerçek anlamda din ahlakı sayesinde öğrenmişlerdir. Bu değerler de yalnızca din ahlakı yaşandığı sürece korunabilirler. Çünkü insanların nefisleri daha önce de bahsettiğimiz gibi, dünyevi hırslara, bencil tutkulara elverişli yaratılmıştır. Din ahlakından uzak insanlar da ahireti amaç edinmediklerinden, bitip tükenmek bilmeyen hırslarını tüm yaşamları boyunca tatmin etmek isterler. Allah bu tür insan modelini Kuran'da şu şekilde tasvir eder:

… Ki Ben ona 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal' (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra daha artırmam için tamah eder. (doyumsuz istekte bulunur)(Müdessir Suresi, 12-15)

Din ahlakının yaşanmadığı ortamlarda kişiler sürekli malın ve paranın daha fazlasına tamah eder, yaşamları boyunca bunların hırsını yaparlar. Böyle bir toplumdaki insanlar arasında rekabet duygusu da çok güçlü olur. En zengin, en başarılı, en güzel, en popüler, en sevilen hep kendileri olmalıdır. Başkalarında bu özelliklerin olmasına hiç tahammül edemezler. Gerçekten de başkalarının iyiliği, güzelliği veya sahip oldukları şeyler, içlerini dünya hırsı kaplamış kimseleri çok rahatsız eder. Dahası haset eder, onların sahip olduklarına daha fazlasıyla ulaşmayı isterler. Hatta öyle ki kendilerinin isteyip de ulaşamadıkları bir şeye diğer insanlar sahipse, onların bu sahip olduklarını yitirmeleri çok hoşlarına gider.


Avusturalya
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. (Hadid Suresi, 20)










Haris ve tamahkar insanların birbirlerine karşı olan bu bakış açılarının temelinde yaşam felsefeleri yatar. Çünkü bu kişiler diğer insanlara, Allah'ın yaratıp, ruh verdiği değerli insanlar olarak değil, maymundan evrimleşen ve bir müddet sonra toprak olup, bir daha asla dirilmeyecek sıradan mahluklar olarak bakarlar.

Kendileri de "bu dünyaya bir kere gelecekler"ine göre herşeyin en fazlasına sahip olmak, nefislerini sınırsızca tatmin etmekten başka bir amaçları olmamalıdır. Bu sapkın mantıklarına göre, daha azıyla yetinmenin, başkalarının istek, çıkar ve ihtiyaçlarını gözetmenin ise onlara göre hiçbir mantığı yoktur. Kuşkusuz söz konusu insanların içlerinde taşıdıkları bu düşünceler son derece hatalıdır ve sahiplerini sıkıntılı bir ruh haline sürükler.

Böyle bir hayat ilk bakışta din ahlakından habersiz bir kişi için çok cazip görünse de aslında çok stresli, madden ve manen çok yıpratıcıdır. Bu yüzden asla mutlu ve huzurlu olamaz. İnsanın istek ve arzularının, meşru da olsa bir sınırı yoktur.

Çünkü insan sonsuz ahiret hayatına göre yaratılmıştır. Bu dünya ise, bu istek ve arzuları tatmin edebilmekten çok uzak, her türlü engel, eksiklik ve kusurla dolu geçici bir imtihan yeridir. İşte din ahlakından habersiz oldukları için bu imtihanın sırrını bilmeyen kimseler her türlü arzularını bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır, sürekli bir tatminsizlik, memnuniyetsizlik ve eksiklik hissi taşırlar. Hiçbir zaman erişemeyecekleri şeylerin hırsını yapıp, her istediklerini elde etmeye çabalamak onlara hayatı zehir eder. Varlık içinde yokluk çekerler. Sahip olduklarından hiçbir zevk alamaz, sahip olamadıklarından ise ızdırap çekerler. Bu manevi azap aslında sonsuz azaplarının bu dünyadaki bir başlangıcıdır.

Din ahlakı ise insanların kendileri için istedikleri herşeyi mümin kardeşleri için de istemelerini ve onların sahip oldukları özelliklerden dolayı mutluluk duymalarını öğütler. İnananlar birbirlerinin kardeşi ve velisidirler. (Tevbe Suresi, 71) Bu nedenle birbirlerinin sahip oldukları her iyilik ve güzellik onları fazlasıyla mutlu eder. Herkes sahip olduğu özellikleri Allah'ın rızası için kullandığından aralarında büyük bir paylaşım ve yardımlaşma vardır. Kişiler birbirlerine herşeyden önce Allah'ın yarattığı, ruh verdiği değerli insanlar gözüyle bakarlar. Bu da birbirlerine kıymet vermelerine, cömert ve fedakar davranmalarına sebep olur. Böyle bir toplumda insanların çok huzurlu ve mutlu bir yaşantıları olur.

Din Ahlakı Yaşanırsa Haset ve Kıskançlıklar Sona Erer

Bir önceki bölümde de ele alındığı gibi din ahlakı, kıskançlığı ve hasedi kötü ve çirkin bir ahlak olarak tanımlar, bu nedenle müminler güzel ahlaklı olabilmek, Allah'ın hoşuna gidecek tavırlar yapabilmek için bunun tam tersi bir tutum sergilerler. Din ahlakını yaşamayan bir insanda ise haset duygusunun olmaması güç bir ihtimaldir, çünkü haset etmesinin önünde bir engel yoktur. Hırsların, tutkuların, bencilliğin hakim olduğu bir rekabet ortamı vardır ve bu durumda cahiliye insanı için haset kaçınılmazdır. Genç bir kız kendisinden daha güzel olan ya da daha güzel giyinmiş birini kıskanır, genç bir erkek daha popüler olan arkadaşını kıskanır. Okul ve iş yeri başarılarında da bu böyledir. Yaş, cinsiyet, meslek, mevki gibi özellikler de birşey değiştirmez, her kesimden insanda hasedin bir türünü görmek mümkündür. Özellikle de birbirlerinin mallarını kıskanırlar. Eve aldıkları eşya, evin semti, manzarası, araba markası, yazlık, seyahat gibi konular haset sebebidir.

Sevindiklerini, memnun olduklarını söyleseler bile gerçekte çok kıskanırlar. Hatta öyle ki bazıları diliyle dahi sevindiğini söyleyemez. Özellikle iş yerlerinde hasetten kaynaklanan bir rekabet çok belirgin gözükür. Makam ve mevki hırsı ve bundan kaynaklanan kıskançlıklar günlük yaşamda alışılagelen tavırlardır.

... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. ( Nisa Suresi, 128)

Ama Kuran daha önce de belirttiğimiz gibi insanları kendileri için istedikleri herşeyi kardeşleri için de istemeye ve onların sahip oldukları herşeyden büyük memnuniyet duymaya çağırır. Kuran ayetlerinde müminlerin bu tavırları şöyle tarif edilir:

... Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki:

"Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr Suresi, 9-10)

İnsanlar Arasında Sevgi ve Saygının Yaşanması Din Ahlakı ile Mümkündür


Dinin aslında en önemli yönü sevgi ve güzel ahlak temeli üzerine kurulu oluşudur. Kuran'a bakıldığında Allah'ın kullarından çok üstün bir ahlak istediği, onları sevgi ve fedakarlığa çağırdığı görülür. Allah kullarına karşı bağışlayıcı ve merhametlidir. Kuran'da Allah'ın kullarına olan sevgisinden şöyle bahsedilir:

"O, çok bağışlayandır, çok sevendir." (Buruc Suresi, 14)
Çiçekler
... Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. (Al-i ‹mran Suresi, 103)











Allah müminlere yönelttiği bu sevginin aynısını onların da birbirlerine göstermesini ister. Müminler bu nedenle birbirlerine çok değer verir, sevgi ve saygıda hiçbir kusur etmemeye özen gösterirler. Böyle davrandıkları takdirde Allah'ın kendilerinden hoşnut olacağını bilmeleri de bu sevgi ve saygının oluşmasındaki en önemli faktördür. Ayrıca Allah'ın yaratıp, ruh verdiği, iman sahibi kıldığı bir insanın değerli olduğunun da bilincindedirler. Bundan başka, dünyanın bir deneme yeri olduğunu bilmeleri onları diğer insanlara karşı hep güzel ahlaklı olmaya yöneltir. Çünkü bunun karşılığını ahirette alacaklarını, bundan dolayı ödüllendirileceklerini bilirler. İçlerindeki güçlü Allah korkusu da aynı şekilde onları diğer insanlara karşı iyi ve güzel davranma konusunda motive eder. Baktıkları her varlıkta Allah'ın güzelliğinin yansımalarını görürler, bu da sevgi dolu olmalarını sağlar.

Bununla birlikte kendilerini ahiret hayatının beklediğini, diğer inananlarla sonsuza kadar birlikte olacaklarını bilmeleri de bu sevgi ve saygıyı çok daha güçlü ve köklü hale getirir.

Bu nedenle insanlar arasında din ahlakının ruhu hakim olduğunda çok güzel, çok sıcak ve çok huzurlu bir hayat yaşanır. Aile ilişkileri çok farklı olur. Çocuklar ana-babalarına ve diğer büyüklerine karşı son derece hürmetkar ve sevgi dolu olurlar. Allah'ın bu konuda Kuran'da yer alan hükmü de müminlerin bu şekilde davranmalarını gerektirir:

Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. (İsra Suresi, 23)


Bir başka ayette de müminlere şöyle öğüt verilir:
Din ahlakı yaşandığında herkes birbirine en güzel sözü söylemek ve en güzel tavrı göstermek konusunda birbiriyle yarışır. Bu da yine Kuran ahlakı sayesinde mümkün olur:
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)

İşte ayetlerde tarif edilen bu ahlakı yaşamaya özen gösteren insanlar sevginin, saygının ve dostluğun en güzel örneklerini yaşarlar. Bu, hiçbir çıkara dayanmayan, yalnızca Allah rızası için yaşanan bir sevgidir. Kuran'da müminlerin birbirlerine yakınlık dereceleri şöyle ifade edilmiştir:
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır... (Tevbe Suresi, 71)

Yukarıdaki ayette belirtildiği gibi inananlar birbirlerinin dostudurlar. Böyle olunca da sürekli kardeşlerinin iyiliğini ve güzelliğini isterler. Din ahlakı tam anlamıyla bir toplumda yaşandığında ise herkes birbirini bu şekilde veli edinir. Büyük bir sevgi ve dayanışma topluma hakim olur.

Din ahlakının benimsenmediği bir ortamda ise insanlar gerçek sevgiyi ve saygıyı hiçbir zaman yaşayamazlar. Çünkü sevgi ve saygı duymalarına sebep olan gerekçeler güzellik, zenginlik, makam, mevki gibi kavramlardır.

Yakın arkadaşlarını dış görünümlerine, giyim, kuşamlarına göre seçen bir kişinin arkadaşlık bağları da çevresindekilerin sahip olduğu bu özelliklerle doğru orantılı olacaktır. Evleneceği kişiyi malına, mülküne, mesleğine göre seçen bir kişinin sevgisi hep bu ölçülere bağlı olarak azalıp, artacaktır. Örneğin evlenmeyi düşündüğü kişi ya da eşi güzel ve prestijli bir insanken aniden ölümcül bir hastalığa yakalansa ya da felç olsa bir müddet sonra, onun hastalığından kaynaklanan eksikliklerini, acizliklerini görüp, soğuyacaktır. Özellikle kendisi ilgilenmek ve bakımını üstlenmek durumunda kalırsa, kısa bir süre sonra sabrı taşacak ve bıkacaktır. Kısa ömrünü hasta birine bakarak geçirmek istemeyecektir. Toplum bunun örnekleriyle doludur.

Saygı da aynı sevgi gibi çok önemlidir, karşıdaki insana verilen değeri gösterir. Ama din ahlakı yaşanmadığı zaman kişinin saygı duyması için belirli şartlar oluşması gerekir; para, mevki, rütbe, güç gibi. Bu şartlar oluşmadığı zaman saygı duymak için bir sebep göremezler. Ya da bu şekilde önem verdikleri bir insan bu özelliklerden birini yitirdiği anda artık saygı duyulan bir insan değildir.

Gerçek Dostluk Din Ahlakı İle Öğrenilir

Din ahlakından uzak yaşayan kişilerin kendi aralarında şu tip yakınmalarına şahit olmuşsunuzdur: "Çok arkadaşım var ama bir tane gerçek dostum yok", "hiçbir arkadaşıma gerçek anlamda güvenmiyorum". Bu kişiler çok samimi arkadaş olarak gözükseler de içten içe gerçek dost olmadıklarını bilirler. Ancak daha iyi bir dost bulamayacakları ve çevrelerindeki herkes bu ahlakta olduğu için arkadaşlıklarını sürdürürler. Çünkü gerçek dostluk, fedakarlık ve çaba ister. Gerektiğinde insan arkadaşı için zamanından, rahatından, parasından, çıkarlarından hiç düşünmeden fedakarlık yapabilmelidir. Fakat din ahlakı yaşanmadığı takdirde tüm diğer güzel ahlak vasıfları gibi fedakarlık yapmanın da bir anlamı yoktur.


İş verenler
... Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler... (Haşr Suresi, 9)






Örneğin, bir kimsenin arkadaşı hastalansa, hastane hastane dolaşıp doktor araması, belki benzin parasını, doktor ücretini ödemesi, üstelik de başında bekleyip, bakımı ile ilgilenmesi gerekse ve bu sırada işine, okuluna, ailesinin yanına ya da arkadaşlarıyla eğlenceye gitmek yerine bunları yapmak durumunda kalsa, yüksek ihtimalle pek çok mazeret öne sürecektir. Hatta bu mazeretlerin önemli olduğuna kendisini de inandıracaktır. İşin garibi, bu şekilde davranan ya da bu şekilde düşünen bir insan din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda hiç kimse tarafından yadırganmayacaktır.

Bu sebepten din ahlakını yaşamayan insanların gerçek dostları yoktur, eşleri bile onlara gerçek anlamda dost değildir.

Evliliklerinde sevgileri ve saygıları kısa sürede tükenir ama ekonomik bağımlılık ya da toplumsal nedenlerle bunu sürdürmeye çalışırlar. Bu nedenle aslında evli dahi olsalar yalnızdırlar. Aileleri de yaşlandığı için her an onları kaybetme ihtimali vardır, bu nedenle hayatta yalnız kalmamak konusunda onlara da güvenemezler. Özellikle bu yüzden çocuk sahibi olurlar, ilerde onların kendilerine bakacağını, böylece yalnız kalmayacaklarını düşünürler. Ama toplumun geneline bakılınca bunun böyle olmadığı anlaşılır. Çocukları da kendileri gibi olacaktır, büyüyünce yanlarından ayrılacak ve sonlu olan bu dünyanın hakkını vermek için toplumunun diğer üyeleri gibi dünya hayatının hırslarına kendilerini kaptıracak, yani bencillik ve çıkar savaşına gireceklerdir. Sonuç olarak din ahlakını yaşamayan insanlar, içinde yaşadıkları toplumun yapısı ve gösterdikleri bu kötü ahlak özellikleri sebebiyle hep yalnızlığa mahkumdurlar.

Din Ahlakı İnsanların Her Türlü Dünyevi Korkusunu Sona Erdirir

Din ahlakını yaşamayan insanların, Allah'ı tam tanımadıkları, O'na dost olmadıkları ve Rabbimize dayanıp, güvenmedikleri için çok çeşitli korkuları vardır. Gelecekten korkarlar, yalnızlıktan korkarlar, çocuklarına birşey olmasından, mallarına zarar gelmesinden, sağlıklarını kaybetmekten, kaza geçirmekten ve en önemlisi de ölümden çok korkarlar:
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)

Ölüm onlar için bir bilinmezliktir. Ölüm sonrasını düşünmeseler dahi nasıl öleceklerini düşünür ve bundan dolayı korkarlar. Her türlü ölüm çeşidi başlarına gelebilir ve bu ihtimallerin korkusu çok şiddetlidir. Ölümden sonra yaşam olduğu gerçeğine ciddi anlamda inanmadıkları için ölüm onlar için başlı başına ürkütücü bir olaydır. Yok olacaklarını, toprağa karışacaklarını ve bir daha asla yaşama dönme ihtimallerinin olmadığını düşünürler. Görüldüğü gibi bu kişilerin ölüm korkuları ahirette nasıl hesap vereceklerine yönelik değil, dünyayı ebediyen kaybetme, yok olma düşüncesine dayalı bir korkudur.



Mor çiçekler
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)








Bu yok olma endişelerini de çoğunlukla erkek çocuk sahibi olarak soyadlarını devam ettirme suretiyle bastırabileceklerini zannederler. Bir kısmı erkek çocuk doğana kadar gerekirse 5-6 çocuk sahibi olur, hatta sürekli kız çocuğu oluyor diye eşini boşayıp başkasıyla evlenenler bile vardır. Maddi durumu iyi olanlar da soyadlarını sürdürecek anıtlar, binalar, okullar yaptırırlar. Onların bu tutumlarına bir ayette şöyle dikkat çekilir:

Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? (Şuara Suresi, 129)

Kuvveti ve onuru inkarcılarda ararlar

Kendi aralarında ölüm konusunun açılması bile keyiflerinin kaçması için yeterlidir. Ne kadar düşünmemeye çalışsalar da her gün gazetelerden, televizyondan, çevrelerinden ölüm haberleri alırlar. Çevrelerinde sık sık ölümlerle karşılaşmaları, kazaların, hastalıkların olması ve en önemlisi her geçen gün yaşlanmaları ister istemez ölümü düşünmelerine sebep olur. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da vicdanlarını kapatma mekanizmalarını, ölümü düşünmemek için devreye sokarlar. Bulundukları ortamda ölümle ilgili bir konu geçtiğinde hemen konuyu değiştirir, mümkün olduğunca dünyaya çekici konuşmalar yaparak her insan için yaklaşmakta olan sonu unutmaya çalışırlar.

Dünyada çeşit çeşit ölüm şekilleri olması da onlar adına çok korku vericidir. Mümkün olduğunca mezarlıkların önünden geçmemeleri, mezarlık yakınında ev almamaları da hep ölümü hatırlamamak için alınan tedbirlerdir. Ancak ölüm, her nerede olurlarsa olsunlar elbet bir gün onları bulup yakalayacaktır. Bu kaçınılmaz gerçek Kuran'da şu şekilde hatırlatılır:

Ölüm ve ahiret zaten müminlerin mahiyetini bildikleri, bekledikleri, kavuşmak istedikleri gerçeklerdir. Bu, aslında onlar için Allah'a ve asıl yurtlarına kavuşmanın sevincidir.
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)
bilinciyle geçirirler ve ölümün bir son olmadığının da farkındadırlar. Dolayısıyla bu insanların, ölümden ya da başka bir şeyden korkmaları söz konusu olamaz.

Din Ahlakı İnsanların Üzerindeki Gelecek Korkusunu Kaldırır


Müminler dışında hemen hemen bütün insanlar hayatlarının ileriki dönemlerinde kendilerini nelerin beklediğini merak eder, pek çok olumsuz ihtimali de düşünüp, kaygılanırlar. Bu onları ciddi şekilde tasalandırır ve huzursuz eder. Bunun dışında insanların çoğunluğunun yaşadığı günlük endişeler de vardır ki bunları da gelecek korkusuna dahil etmek mümkündür. Küçük yaşlarda bu durum okul ödevlerinden, arkadaşlık ilişkilerinden, sözlüye kalkmak gibi basit sorunlardan ibarettir. Ancak yaşın ilerlemesiyle insanların sorun haline getirip, korkusunu duydukları konular da artar.

Lise çağlarında kişinin giyeceği kıyafet, yiyeceği yemek, arkadaşlarıyla yaşadığı sorunlar, grup içindeki itibarı, okuldaki başarısı ve aile ilişkileri onun için adeta dünyanın en büyük ve en önemli sorunlarıdır. Bu konulardaki herhangi bir olumsuzluk ruhunda derin etkiler yapar, hatta strese ve bunalıma girmesine sebep olur. Bu sorunlar, kazanılması mutlaka gerekli olan üniversite sınavıyla en üst noktasına ulaşır. Çünkü bu sınav kazanılmadığı takdirde aileye nasıl hesap verileceği, bu durumun akrabalara ve çevreye nasıl açıklanacağı, lisedeki öğretmenlere ve arkadaşlara ne gibi bir bahane söyleneceği, hayatın bundan sonraki kısmında ne yapılacağı gibi kaygılar genç bir insanın manevi olarak oldukça yıpranmasına sebep olur. Bu tür durumlara günümüzde o kadar çok rastlanır ki, üniversite veya kolej sınavlarının sonuçlarının açıklanmasının ardından gazetelerde çıkan intihar haberlerine adeta alışılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, bunlar son derece yersiz endişelerdir. İnsan elbette bir sınavda başarı elde etmek, iyi bir eğitim görmek isteyebilir.

 Ancak elinden geleni yaptığı halde bir başarı kazanamıyorsa bu durumda Allah'a tevekkül edip, Rabbimizin kendisine daha güzel bir sonuç vermesi için dua etmesi gerekir. Sonuç olarak burada elde ettiği veya etmeye çalıştığı her türlü başarı, kısa bir yaşamın ardından ölümle birlikte anlamını yitirecektir. Geriye kalan ise kişinin Allah'a olan güveni, tevekkülü, imanı olacaktır.


Gemiler
Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 27)

Ancak bu önemli gerçeklerin farkında olmayan, din ahlakından uzak kişiler için yaşın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak geleceğe ilişkin korku ve endişeler de artmaktadır. Bu insanlar geleceğe dair planların dışında, gün içinde yapacakları veya gelecek haftalarda yapmayı planladıkları pek çok detayı da düşünüp, kaygılanır ve hatta strese girerler. İş yerindeki konumları, tatile gidip-gidemeyecekleri, gideceklerse nereye gidecekleri, çocuklarını yurtdışına gönderip gönderemeyecekleri, daha iyi bir eve taşınıp taşınamayacakları, toplantıya zamanında yetişip yetişemeyecekleri gibi sayısız endişeleri vardır.

Para konuları da din ahlakını yaşamayan insanların akıllarını en çok meşgul eden, onları en çok kaygılandıran konuların başında gelir. Paralarının yetip yetmeyeceği endişesi hem günlük yaşamlarında hem de ileriye dönük planlarında büyük yer tutar. Çünkü hem dünyaya yönelik büyük hırslar içindedirler hem de para biriktirip harcamak istemezler. Bu da geleceğe yönelik korkulara kapılmalarına neden olur. Bundan dolayı imkanları olsa dahi paralarını hayra harcamaktan kaçınırlar, insanlara yardım etmezler. Maddi durumu iyi olan da kötü olan da aynı endişeyi duyar ve cimrilik eder. Oysa insanlara rızkı verip, onları besleyen Allah'tır. Allah'a tam anlamıyla güvenmiş olsalar zaten hiçbir sıkıntı çekmezler. Fakat bu güveni yaşamadıkları için böyle bir kolaylıktan da mahrum kalırlar. Allah insanlara verdiği mallarla onları dener ve bu malları Kendi rızası doğrultusunda kullanmalarını ister. Ama geleceğe yönelik cahilce korkular yüzünden çoğu insan bencil bir tutum sergiler. Allah ayette onların bu durumuna şöyle dikkat çekmiştir:

Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vaadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 268)

Bundan başka insanları saran ileriye dönük korkulardan biri de yaşlanmadır. Alınan her türlü tedbire rağmen bedende önüne geçilemez yaşlılık alametlerinin, kırışıklıkların, sarkmaların oluşması, saçın dökülmesi, beyazlaması, görme, duyma kusurları gibi yeni yeni hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ihtimallerin her biri din ahlakından uzak yaşayan bu insanlarda ciddi endişelere sebep olur. Bundan başka herhangi ciddi bir hastalık durumunda çocuklarının kendilerine bakıp bakmayacağının kaygısını duyarlar. Ne şekilde ve nerede öleceklerini düşünüp korkarlar. Yaşlılarda en çok görülen korkulardan biri de eşlerden birinin ölmesi durumunda diğer tarafın tek kalma korkusudur. İki taraf da içten içe, "ya o ölürse, ben nasıl tek başıma yaşarım" diye bir endişe içindedir.

Burada sayılanların her biri din ahlakını yaşamayan insanların geleceğe yönelik ciddi kaygı ve korkularıdır. Din yaşanmadığı takdirde bu endişelerin duyulması kaçınılmazdır. Müminler içinse durum daha farklıdır, onlar bu tür korkuların hiçbirini yaşamazlar. Herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu bilir, başlarına gelen herşeye hayır gözüyle bakar, Allah'ı dost edindikleri için yardımı da yalnızca Allah'tan beklerler. Ayrıca dünyada korkulacak hiçbir konu olmadığını da bilirler. Geleceklerine yönelik konularda Allah'ın en hoşnut olacağı tercihleri yapıp, ellerinden gelen çabayı gösterip, Allah'ın çizdiği kadere teslim olurlar. Ayette onların bu bakış açısı şöyle tarif edilir:

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)
Din ahlakı samimi olarak yaşandığında insanların üzerinden pek çok dert ve tasa doğal olarak kalkar, herkes huzurlu ve rahat bir yaşam sürer. Kuran ahlakı tüm bu kaygılara çözüm olur. İnsanlar rahatlar, üstlerinden büyük bir yük kalkar. Çünkü bu insanlar karşılarına çıkan her olayın Allah'ın bir imtihanı olduğunu bilir, bunun rahatlığı ile hareket ederler. Bir zorlukla karşılaştıklarında tevekkül ederek ecir kazanacaklarını, bir nimetle karşılaştıklarında da Allah'a şükrederek yine ahiretleri için fayda sağlayacaklarını unutmazlar. İşte bu tatmin bulmuş ruh hali, din ahlakının iman edenlere sağladığı bir ayrıcalıktır. Fakat bu ayrıcalığa sahip olabilmek için herşeyden önce Allah'a kuvvetli bir iman, tam bir güven ve teslimiyet şarttır. Ancak bu özelliklere sahip olan insanlar bu endişelerden arınabilirler. Diğerleri ise yaşadıkları bu tür endişe ve korkularla iman etmemelerinin cezasını daha dünyadayken almaya başlarlar.

Din Ahlakı İnsanların Kibirli Olmalarını Engeller

Kuran'ın pek çok ayetinde Allah tevazuyu ve alçak gönüllü olmayı emreder, büyüklenmeyi ve böbürlenmeyi sevmediğini bildirir. Dolayısıyla bir mümin için tevazulu olmaktan başka alternatif yoktur.

Ancak din ahlakını yaşamayan bir insandan tevazu beklemek de anlamsızdır. Bu tür insanlar bilgilerinden, mallarından, mevkilerinden, zekalarından, kültürlerinden ve sahip oldukları herşeyden büyüklüğe kapılırlar ve diğer insanları küçük görürler. Bulundukları ortamda her zaman en seçkin, en farklı, en akıllı, en güçlü, en üstün ve en dikkat çeken kişi olmak isterler. Bir gün ölümün mutlaka geleceğini ve sahip oldukları herşeyi bu dünyada bırakacaklarını, övündükleri bedenlerinin, güzelliklerinin toprak altında çürüyeceğini akıllarına dahi getirmezler. Bu insanlar için geçerli olan değer, gururdur. Gurur onlar için adeta bir şahsiyet ifadesidir.

Gururları yüzünden kimseye gerçek anlamda sevgi ve saygı gösteremezler, çünkü bunu da gurur konusu olarak görürler. Başkalarından sevgi, saygı beklerler ama kendileri bunu yaparlarsa küçüleceklerini düşünürler.

İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız.(Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)

Din ahlakını yaşamayan insanların hayatları "ben" merkezlidir. Her zaman diğer insanlara hükmetmek isterler, herşeyin en doğrusunu düşündüklerini zannederler, her fırsatta diğer insanları ezmeye, aşağılamaya çalışırlar. En önemlisi de bu tür insanlar istisna değildirler, bilakis din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda oldukça yaygındırlar.

Kuran'da kibir konusunda çok hassas bir ölçü verilmiştir
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin." (İsra Suresi, 37)

Bir başka ayette de, Allah şu şekilde öğüt vermektedir.
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez " (Lokman Suresi, 18)

Din ahlakını yaşamayan bazı insanlar, "ben mütevazi bir insanım, bu tanıma girmiyorum" diyerek kendilerini kandırabilirler. Ancak Kuran'da bildirilen, hayatın her anına, kişinin tüm davranışlarına yansıyan bir tevazudur. Kendisi ve sahip oldukları da dahil, herşeyin sahibinin ve onları var edenin Allah olduğunun, herşeyin Allah'ın bilgisi ve dilemesi dahilinde gerçekleştiğinin bilincine varmış insanların tevazusudur. Bu insanlar da ancak müminlerdir. Din ahlakından habersiz bir insan, müminlerin ahlak ve bakış açısından çok uzak bir yapıya sahip olduğundan gerçek anlamda bir tevazuyu yaşaması mümkün değildir. Kuran'da bildirildiği şekilde yaşanmadığı sürece, gösterilen tevazu, bir gösteriş, riyakarlık ya da eziklik psikolojisinden öteye gitmeyecektir.

Herkesin kibirli olduğu bir toplumun ne derece çekilmez ve azap dolu bir ortam olduğu açıktır. Büyüklenmekte, bencillikte, zalimlikte elindeki imkan ve fırsatlar ölçüsünde hiçbir sınır tanımayan insanların oluşturduğu bir toplumla, herkesin birbirine tevazulu ve alçak gönüllü davrandığı bir toplum arasındaki uçurum din ahlakının gereği gibi yaşanmamasından kaynaklanmaktadır.

Kuran Ahlakı İnsanlardaki Şefkatsizliği ve Merhametsizliği Ortadan Kaldırır

Şefkatli ve merhametli olmak Allah'ın bir sıfatı olduğu gibi, O'nun kullarından da istediği bir ahlak özelliğidir. Kuran'ın pek çok ayetinde müminlere şefkatli ve merhametli olmaları öğütlenir.

Kişinin Allah'ı hoşnut etmek, Rabbimizin seçip beğendiği dini yaşamak gibi bir amacı olmadığında güzel ahlaklı olmak için de bir çabası olmayacaktır. Dolayısıyla bu kitapta baştan beri anlatılan her türlü kötü ahlak özelliğini göstermekten de çekinmeyecektir. Dinsiz toplumda şefkatsizlik her alanda ve herkese karşı ortaya çıkar. Böyle bir insan, diğer insanlara olduğu gibi, en yakınlarına, annesine, babasına, ninesine, dedesine, kardeşlerine, akrabalarına dahi şefkatsiz davranabilir. Onların hatalarına ya da insani kusurlarına sinirlenip, azarlayıp kırıcı davranabilir. Şefkat gözüyle bakmayı bilmediği için yapılan her tavır bu insanı kızdıracaktır.

Bu tür bir insan fakir veya düşkün insanlara da hiç merhamet etmez. Çünkü anlık ya da günlük çıkarları herşeyden önemlidir. Böyle bir anda başkalarını düşünmesi söz konusu olmaz. Elbette bu insanların da kendilerine göre şefkat anlayışları vardır ama çarpık bir anlayıştır bu… Örneğin yoldaki dilenciye acırlar, bunu büyük bir merhamet göstergesi olarak kabul ederler ama asıl çok daha vicdanlı davranılması gereken, hatta bizzat kendilerinin fedakarlık yapmalarını gerektiren bir durumda kendi çıkarlarının zedelenmemesi için kayıtsız kalırlar.

Örneğin önlerinde ciddi bir trafik kazası olsa durup, yardım etmek istemezler. Bunun için kendilerince pek çok sebepleri vardır. Tüm günleri mahvolacak, hastaneye gitmek için para ve zaman harcamaları gerekecektir.

Ayrıca tanımadıkları bir kişi için böylesine uğraşmak, onu taşımak, fedakarlık yapmak çok anlamsızdır. Çünkü bunun karşılığında bir kazançları olmayacaktır. İşte din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda böyle örneklere sık sık rastlamak mümkündür. Bu insaniyetsiz tavırların yok olması ise ancak Kuran ahlakının eksiksiz olarak yaşanmasıyla mümkündür. İnsanların birbirlerine karşılıklı olarak şefkat ve merhamet hisleri beslemesi, güzel tavırlar gösterme konusunda şevk içinde olmaları ancak din ahlakının sağlayabileceği bir güzelliktir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, toplum içinde istisna kişilerin böyle üstün bir ahlakı yaşaması yeterli değildir. Ya da insanların bazı olaylar karşısında güzel tavırlar gösterip, bazılarında ise Kuran'a uygun olmayacak şekilde davranmaları, bazı kötülüklerden prensip olarak kaçınıp, bazılarını hiç düşünmeden yapmaları ile de istenen ortam oluşmaz. Gerçekten huzurlu bir toplum hayatının varlığı, bireylerin toplu olarak Allah'ın emrettiği gibi Kuran ahlakını yaşamaları ve karşılıklı özveride bulunabilen bir ahlaka sahip olmalarıyla mümkündür.


üzgün insanlar
Fakirlik
Kuran ahlakını eksiksizce yaşayan toplumlarda insaniyetsiz, merhametsiz, zalim tavırların hiçbirine rastlanmaz. Yaşlılar, çocuklar, ihtiyaç içinde olanlar, yoksullar korunup kollanırlar. Bu görüntüler Kuran ahlakından uzak bir yaşamın sonuçlarıdır.

 

 

Din Ahlakı Herkesin Çözüm Getiren İnsan Olmasını Sağlar

Kuran'da anlatılanlara uymak insanlara olaylara çözüm getirebilen, her konuda akılcı hareket eden bir yapı kazandırır. Bu nedenle din ahlakını yaşayan bir insan, konu her ne olursa olsun, ne derece tıkanmış gözükürse gözüksün çözümsüz olmaz. Bu yüzden din ahlakının yaşandığı bir toplumda hiçbir zaman aşılması imkansız olan bir engel, çözümü mümkün olmayan bir duruma rastlanmaz.

Kuran ahlakı yaşanmadığında akıl gereği gibi devreye girmediğinden, bir mümin için çok kolay çözümlenebilecek konular başkaları için büyük sorun oluşturur. Din ahlakını yaşamayan insanların yaşamlarının her safhası böyle sorunlarla, dertlerle doludur. Sorunlar, çözüm aranmaktan ziyade, katlanmaya alışılmış ve günlük hayatın doğal bir parçası olarak benimsenmişlerdir. Çözümsüzlük dinden uzak insanların her hallerine yansır. Sürekli umutsuz, şikayetçi bir yapıları vardır. Ama sorunlara çözüm bulmak akıllarına gelmez. Gelse de çok kısıtlı düşündükleri için genelde akılcı bir çözüm üretemezler.

Ayrıca çözümsüzlük din ahlakından uzak toplumlarda adeta meşru bir mazeret olarak kabul edilir. İnsan sorumsuzluğunu, gayretsizliğini, ilgisizliğini ve akılsızlığını çözümsüzlüğün arkasına saklanarak örtmeye çalışır. Özellikle iş yerlerinde herkes kendi yaptığı işi çok karışık ve çözümsüz göstermeye çalışır. Böylece çok zor bir iş yapıldığı izlenimi verilir. Hatalar, ihmaller ve başarısızlıklar da bu şekilde meşrulaştırılmaya çalışılır.

Kuran ahlakından uzak toplumlarda konuların gereği gibi çözülememesinin en önemli nedeni, herkesin kendi kişisel sorunlarıyla dahi başa çıkamamış olmasıdır. Din ahlakı yaşanmadığı takdirde, nefsinin nefsinin hakimiyetine giren insan yalnızca onun emirlerini yerine getirmeye çalışacağı için, başkalarına veya topluma faydalı olma gibi bir kaygısı zaten olmayacaktır. Her durumda ve ortamda nefsinin çıkarlarını gözetmeye, genelin menfaatleri için ise en az sıkıntıya girmeye, minimum derecede emek harcamaya, masraf yapmaya ve sorumluluk almaya yönelik düşünecektir.

Ortak bir çözüm aranan en basit bir konu bile, çok rahatlıkla halledilebileceği halde altından kalkılamaz. Herkes kendini ön plana çıkarmak, kendi fikirlerini kabul ettirmek, kendi komplekslerini tatmin etmek, son sözü söyleyen olmak gibi endişe ve beklentilerle hareket ettiği için asıl konu bir türlü çözüme kavuşamaz. Din ahlakını yaşamayanların sorunlara çözüm getirememelerinin ardında yatan, aralarındaki ayrılık ve çekişmeden bir ayette şöyle bahsedilir:

... Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 14)

Televizyondaki çeşitli açık oturum programlarında bunun örneklerini görmek mümkündür. Bir konu hakkında saatlerce hatta bazen sabahlara kadar tartışıldığı olur. Herkes tartışmacı bir ruh haline sahip olduğu için kimse birbirinin fikirlerini kolay kolay kabul etmez. Bir kimse bir başkasının fikrinin doğru olduğuna kanaati gelse bile bunu kabullenmeyi gururuna yediremediğinden ona muhalefet etmeye hatta o fikri küçümsemeye çalışır.

Çünkü önemli olan doğrunun bulunması değil, doğruyu kendisinin söylemesi, son noktayı kendisinin koymasıdır. Tartışmacılar kendi bilgi ve birikimlerini ön plana çıkaracak birçok tali konulara girerler. Çünkü asıl amaç böyle bir fırsat yakalamışken mümkün olduğunca kendini sergileyebilmektir. Tartışmacılar sürekli ana konudan uzaklaşırlar ve saatler sonunda da hiçbir mesafe katedemediklerini, hiçbir çözüme ulaşamadıklarını görürler. Aksine daha da başka çözümsüz sorunlar, ihtilaflar, fikir ayrılıkları ortaya dökülür. Zaten daha en başta amaçları çözüm bulmak değildir. Önemli olanın tartışmak, konuşmak, herkesin fikrini söylemesi olduğu türünden boş felsefeler geliştirir, kendilerini avuturlar. Tartışılan konuların ise hala hiçbir çözüme kavuşmamış, asıl amacın gerçekleşmemiş olmasında bir gariplik görmez, hatta bunu çok doğal karşılarlar.

Müminler ise herşeyin hesabını Allah'a vereceklerini bildikleri için her durumda en akılcı, en vicdanlı ve en düşünceli tavrıları gösterir, en isabetli kararları alır, en doğru çözümü bulurlar. Kuran'ın kendilerine kazandırdığı üstün ahlak, yüksek sorumluluk duygusu ve ince düşünme kabiliyeti doğrultusunda hareket ettikleri için sorunları çok çabuk sonuca bağlar, hiçbir noktada takılmazlar. İşleri aralarında istişare ederek, birbirlerinin akıllarından istifade ederek hallederler. (Şura Suresi, 38) Her konuda, Allah'ın en çok hoşnut olacağı en hayırlı tercihi yaparlar. Kendi nefislerinin hoşuna gitmese, şahsi menfaatlerine ters düşse dahi, haktan, adaletten, en doğrusunu yapmaktan taviz vermezler.

Yalnızca Allah'a kulluk ettikleri ve herşeyin karşılığını yalnızca Allah'tan bekledikleri için, yaptıkları işlerde insanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanma, ön plana çıkma, itibar kazanma, takdir görme, dikkat çekme, gösteriş yapma gibi basit tavırlara tenezzül etmezler. Bu yüzden yaptıkları işlerde, aldıkları kararlarda sürekli olarak Allah'ın desteğini, yardımını ve bereketini görürler.

Allah'tan çok korkup sakındıkları için neyin doğru neyin yanlış olacağını hemen teşhis edip (Enfal Suresi, 29) en doğru kararı ve çözümü bulurlar. Yine Allah'tan korkup sakındıkları için Allah onlara "bir çıkış yolu" (Talak Suresi, 2) gösterir ve "işlerinde bir kolaylık" (Talak Suresi, 4) sağlar.

Din Ahlakını Gereği Gibi Yaşayan İnsanlar Tevekküllü Olurlar

Kendilerini Allah'a teslim etmek istemeyen, din ahlakını yaşamayan, bundan dolayı da ruhlarında sürekli isyankarlığı, karamsarlığı ve umutsuzluğu yaşayan insanlar başlarına gelen her türlü olayı tesadüflerin eseri olarak değerlendirirler. Tüm hayatları boyunca da bu bakış açısının getirdiği güvensizlik, tedirginlik ve belirsizliğin gerilimini yaşarlar. Müminlerde olduğu gibi, her durumda Allah'a güvenmenin ve bütün olayların Allah'ın çizdiği bir kader üzerine geliştiğini bilmenin avantajını yaşayamazlar. Hayır ya da şer olsun, herşeyin Allah'ın dilemesiyle, insanların denenmesi için yaratıldığını ve her türlü olayda Allah'ın bildirdiği şekilde davrandıklarında huzura kavuşacaklarını bilmezler. Kendileri için dinsizliği seçmiş olmanın azabını böylelikle küçük büyük her olayda yaşarlar.

Bu insanlar yaşadıkları her olayı çok fazla önemser, gündelik ve basit olayları büyütüp, dünyanın en önemli meselesiymiş gibi düşünürler. Bu nedenle işler kendi planladıkları ya da istedikleri gibi gitmediğinde de hemen olumsuz gözle değerlendirirler. Anında karamsarlığa kapılıp, ümitsizliğe düşerler, bunu başlarına gelen bir felaket olarak görür ve bir türlü çıkış yolu bulamazlar. Başlarına olumsuz gibi gözüken ani bir olay gelince şiddetli üzüntü duyar, ağlar, isyan ederler. Allah'a teslim olmadıkları için herşeyin O'nun kontrolünde olduğunu da idrak edemezler.

Günlük olayların gidişatına göre inişli, çıkışlı bir ruh hali yaşarlar. Bu yaşantı içinde onların üzülmelerine, huzursuz olmalarına, bunalıma girmelerine sebep olacak çok fazla detay vardır. Tüm günleri ve hatta ömürleri bu tip üzüntü ve hayıflanmalarla geçer. Bu tevekkülsüzlüklerini anlık olayların yanı sıra, hayatları boyunca karşılaştıkları her durumda görmek mümkündür.

Söz gelimi bir ev kadını için evi, ailesi ve evde yapması gereken işleri dünyanın en mühim konularıdır. Eğer bu konularda aksaklık gibi görünen, halledemediği bir durum oluşursa, bunun Allah'ın kontrolü dahilinde olduğunu ve kendisi için mutlaka hayırlı olduğunu hiçbir zaman düşünemez. Başına gelen en ufak olayda hayıflanmaya, söylenmeye başlayıp, sıkıntılı bir ruh hali içine girer. Oysa bu derece sıkıntısını yaptığı şey en fazla ocakta unutup yaktığı bir yemek veya elektrik süpürgesindeki bir aksaklıktan başka birşey değildir. Ancak Allah'a teslimiyetli olmadığı ve din ahlakını da yaşamadığı için en basit sorunlar dahi ona büyük bir azap vesilesi olur.

Aynı zihniyet, bu ev kadının büyük bir holdingte yönetici olan ve işleriyle ilgili birtakım sorunları olan kocası için de geçerlidir. Ona göre karısının evde uğraştığı işlerin, derdine düştüğü sıkıntıların hiçbir önemi yoktur, hepsi küçük şeylerdir. Ancak kendi işleri hem çok önemli hem de hayati konulardır. Bu konularda oluşan problemlere olumlu gözle bakıp, herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu düşünmediği için de psikolojik olarak büyük sıkıntılara girer. Aynı durum din ahlakını yaşamayan çocukları için de geçerlidir. Onlar da bütün dünyanın, gittikleri okuldan ibaret olduğunu düşündükleri için 10-15 yıllık okul hayatları boyunca bir türlü rahat edemezler.

Bir sınavları iyi geçtiyse diğerinin kötü geçmesi mutsuz olmaları için yeterlidir. Ayrıca arkadaş gruplarıyla ilişkileri, onlar arasında aranan, beğenilen bir kişi olup olamamaları gibi konular da sıkıntıya düşmelerine sebep olacak muhtemel olaylardır. Annelerinden, babalarından ve çevrelerinden karamsarlığı, umutsuzluğu, çözümsüzlüğü ve sürekli şikayet etmeyi öğrenmişlerdir. Artık bu ruh hali üzerlerine yerleşmiştir. Oysa bu ruh halinin yegane sebebi din ahlakını yaşamamaları, Allah'ı tanımamaları ve O'na güvenmemeleridir.

Din ahlakını yaşamayan toplumlardan örneklerini verdiğimiz bu insanların her biri nasıl ki dünyanın en önemli sorunlarına sahip olduklarını düşünüp, çözümler arıyor ama sürekli ümitsizlik ve karamsarlık içinde yaşıyorlarsa, bu toplumun daha üst konumlarında ve mevkilerinde olan insanlar da karşılaştıkları durumlarda aynı karamsar ruh halini yaşamaktadırlar.

Oysa herşey Kuran'da gösterilen çözümler yönünde değerlendirilirse ve en olumsuz görünen olayda bile Allah'tan gelen bir hayır olduğu unutulmazsa, insanları ümitsizliğe sevk eden bir ortam oluşmaz. Kuran ahlakı Allah'ın bildirdiği şekilde yaşanırsa insanların tüm karamsarlıkları, yılgınlıkları sona erer. Küçük büyük her konuya, başlarına gelen her olaya güzel gözle bakar, bunlardan kendilerine faydalar ve öğütler çıkarırlar. Hem kişilerin şahsi yaşamlarına hem de toplum hayatına huzur gelir.
Üzgün insanlar
Din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda hüzün, gözyaşı, stres, sıkıntı, öfke ve bunalımlar birbirini izler. Oysa herşey Allah'ın kontrolü altındadır. Bu gerçeğe iman eden insanlar için kötülük diye bir şey yoktur, herşey onlar için hayırla sonuçlanacaktır. İnkar eden insanlar ise üzüntü duyup, öfkelendikleri olayların ne kadar anlamsız olduğunu ölüm ile karşı karşıya geldiklerinde anlayacaklardır.
... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)
Üzgün insanlar
Din ahlakı gereği gibi yaşandığında hiç kimse olayları tesadüf ya da rastlantı gözüyle değerlendirmez. Herkes her olayı Allah'ın tespit ettiği kader çerçevesinde değerlendirip, bunların ardındaki yaratılış hikmetlerini, Allah'ın bu olaylar vasıtasıyla insanlara verdiği dersi anlamaya çalışır. Bu yüzden din ahlakı yaşandığında kimse keşke demez; "Keşke dün gitseydim, başıma bunlar gelmezdi... Eğer bu okula başlamasıydım, Amerika'ya gidebilirdim... Keşke yarım saat önce gelseydiniz, beyefendiyi görürdünüz... Keşke bu yoldan gitmeseydik, trafik çokmuş... Keşke seninle evlenmeseydim, gençliğim gitti…

 Keşke bu elbiseyi giymeseydim, bütün gecem rezil oldu... Keşke dışarı çıkmasaydım, hastalanmazdım... Keşke yola gece çıkmasaydı, başına bu kaza gelmezdi... Keşke başka doktora gitseydi, daha çabuk iyileşebilirdi... Keşke o uçakta olmasaydı, ölmezdi..." gibi sözler sarf etmez. Dünya hayatları boyunca Allah'ı unutarak, dini göz ardı ederek yaşayan insanlar yaşamlarını hep "keşke"lerle geçirdikleri için ahirette de onları keşke diyecekleri başka konular beklemektedir. Ama elbette ki bu keşkeler kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen, derler ki "keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık". (Enam Suresi, 27)
çiçekler