Toplumlarda Kuran ahlakının yaşanmamasından dolayı pek çok olumsuzluklar görülür. Örneğin, dinden uzak bir toplumda insanların çoğunluğunun bencil, adaletsiz ve kötü ahlaklı olmaları kaçınılmazdır. Çünkü insanların gerçek anlamda güzel ahlaklı olmalarının ardındaki tek sebep din ahlakının yaşanmasıdır. Allah'a iman eden, ahirete kesin bilgiyle inanan insanlar, Allah'ı hoşnut edebilmeyi istedikleri ve yaptıklarının hesabını vereceklerinin bilincinde oldukları için hareketlerini Allah korkusuna dayandırırlar. Allah'ın menettiği kötü hal, tavır ve davranışlardan, olumsuz ahlak özelliklerinden kaçınırlar. Bu insanların yaşadığı bir toplumda ise her türlü sosyal problem bertaraf edilir.
Fakat din ahlakından uzak bir insan, işlediği kötülüklerin karşılığını eninde sonunda alacağına, yaptıklarının hesabını vereceğine inanmadığı için hareketlerinde herhangi bir sınır gözetmez. Yaptığı şeylerden dolayı kimseye hesap vermeyeceğini düşünen bir insan için kötülükte çekinilecek hiçbir sınır yoktur. Prensip gereği bazı olumsuz hareketleri yapmıyor olsa bile uygun ortam bulduğunda, mecbur kaldığında, çevresinden teşvik gördüğünde ya da bir fırsatını bulduğunda bunları yapmaktan çekinmez.
Böyle bir hayatı seçen kişi için dinsizliğin maddi-manevi karşılığı daha dünyada iken başlar. Bunun sebebi aslında her insanın vicdanen din ahlakını yaşaması gerektiğini biliyor olmasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi her insanda vicdan mekanizması vardır. Ancak müminlerde çok gelişmiş olan bu özellik, din ahlakını yaşamayanlarda körelmiştir. Yani din ahlakından uzak insanlar vicdanlarına uymayarak kendilerini manevi bir sıkıntıya sokarlar. Sonuç olarak herkes aslında bir Yaratıcısı olduğunu, O'na karşı sorumlu olduğunu ve güzel ahlaklı olması gerektiğini bilir. Ama bunları yerine getirmek dünyevi çıkarlarıyla çatıştığı için uygulamaz.
Bu nedenle de ya din ahlakının gereklerini bütünüyle reddederek böyle bir sorumluluktan kaçınır ya da sürekli olarak kendisinin "iyi kalpli, temiz ve dürüst bir insan" olduğu gibi savunmalarla dini Kuran'da tarif edildiği gibi yaşamamak için mazeretler bulur. Ancak her iki durumda da insanlar bilinçaltlarında Allah'ın istediği biçimde yaşamaları gerektiğini bilirler. Vicdanlarının bu sesine göre hareket etmedikleri için de daha henüz dünyadayken bunun manevi azabını tadmaya başlarlar. İşte din ahlakından uzak toplumlarda yaşanan bunalımların, psikolojik sorunların, ruhsal çöküntülerin temel kaynağı "vicdan azabı" adı verilen bu manevi sıkıntıdır. Henüz ahirete gitmeden yaptıklarının azabını daha bu dünyada tadmaya başlayanların durumu ayette şöyle tarif edilir:
Derler ki: "Eğer doğruyu söylüyor iseniz, bu va'dolunan (azab) ne zaman?" De ki: "Belki de acele etmekte olduğunuzun (azabın) bir kısmı size yetişmiştir bile." (Neml Suresi, 71-72)
Ahiretteki sonsuz ve dayanılmaz manevi azabın küçük bir parçası olan dünyadaki vicdan azabı az önce belirttiğimiz gibi kişinin yaratılışına ve yaratılış amacına aykırı bir tutum, bakış açısı ve yaşantıyı tercih etmesiyle başlar. Kişinin bu çarpık, din ahlakının dışındaki tutum ve zihniyetini değiştirmediği sürece de bu manevi azaptan kurtulması mümkün değildir. Ancak çeşitli yöntemlerle kendini uyuşturarak vicdanının sesini duymamaya, azabını dindirmeye çalışır. İnsan hem fiziken hem de ruhen din ahlakını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır.
İnsanı da ona en uygun hayat modelini de yaratan Allah'tır.
İnsan hem fiziken hem de ruhen din ahlakını yaşamaya uygun olarak yaratılmıştır. İnsanı da ona en uygun hayat modelini de yaratan Allah'tır. İnsanlar bunun dışına çıktıklarında doğal olarak kişisel ve toplumsal düzeyde aksaklıklar baş gösterir. Bu aksaklıklar ise, kitabın başında bahsedildiği gibi tarih boyunca tüm insanların içinden çıkmaya çabaladıkları, günümüzde de etkisi hemen her toplumda görülen sosyal ve bireysel hastalıklar ve yaralardır. Bunlardan kurtulmanın tek yolu ise din ahlakının yaşanmasıdır. Allah Kuran ahlakı ile bunların her birine gerçek anlamda çözüm getirmiştir.
Din Ahlakı İnsanların Suç İşlemelerini Engeller
Din ahlakını yaşamayan bir kimse, kendi çarpık mantığına göre, yaptıklarından dolayı herhangi bir hesap vermeyeceğine, cezalandırılmayacağına ve sonuçta da bir kayba uğramayacağına inanır. Böyle bir insanın kendi çıkarları uğruna herhangi bir sınır tanıması, başkalarının hakkını, iyiliğini, menfaatini gözetmesi için hiçbir sebep yoktur. Çünkü, çarpık mantığına göre, bir kere geldiği bu dünyada en rahat şartlarda yaşamalı, istediği herşeyi elde etmeli, aklına gelen herşeyi yapabilmelidir. Kuran'da din ahlakını yaşamayan insanların bu mantıkları şöyle anlatılır:
Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın) dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar.(Casiye Suresi, 24)
İşte bu mantığa sahip olan bir insan, sınır tanımaksızın her türlü kötülüğü veya ahlaksızlığı yapabilir; sahtekarlık yapabilir, yalan söyleyebilir, çalıştığı yerde rahatlıkla zimmetine para geçirebilir, çalabilir, dolandırıcılık yapabilir, menfaatleri söz konusu olduğunda yalancı şahitlik yapabilir, sözünde durmayabilir, eline para, güç ya da imkan geçtiğinde diğer insanları ezebilir... Kötülükte daha da ileri gitmemesi için hiçbir engeli yoktur.
Bir müddet sonra vicdanı öylesine körelir ki artık bu insan tamamen nefsinin hakimiyetine girer. Nefsi ne derse, ne emrederse hemen yerine getirir. Hiçbir sınırlayıcı, engelleyici güç tanımaz. Çıkarları gerektirdiğinde adam öldürmeyi dahi göze alabilir. Hergün gazete sayfalarında bu tür sayısız habere rastlanmaktadır. Bilezikleri için komşusunu, kıskançlık için kocasını, öfke sebebiyle arkadaşını, cinnet nedeniyle çocuklarını, para için annesini-babasını öldüren insanların haberleriyle gazete sütunları dolar taşar. Aslında bunlar da sadece olayın görünen kısmıdır; gazetelere yansımayan daha böyle pek çok haber vardır. Tüm bunlar bu insanlarda vicdanın tamamen kapandığını, hakimiyetin nefsin eline geçtiğini gösterir. Bu kişiler din ahlakını ve Allah korkusunu yaşamadıkları için bu hale gelmişler ve manen insanlıktan çıkmışlardır. Ayette bu tip insanlar "sınır tanımaz, saldırgan, günahkar..." (Mutaffifin Suresi, 12) gibi sıfatlarla isimlendirilir.
Din ahlakını yaşamayan kişinin vicdanı körelir ve bir süre sonra tamamen nefsinin hakimiyeti altına girer. Öyle ki bu kişi çıkarları için adam öldürmekte sakınca görmeyebilir. Her gün gazetelerde yer alan haberlerin nedeni bu kişilerin Kuran ahlakını ve Allah korkusunu yaşamamalarıdır.
- - Dergi: "Cinayet ilginizi çektiğine göre işlemek ister miydiniz?
- - Konuk: "… Cinayet işlemek istediğim anlar da olmuştur, somut bir kişiye karşı değil sadece. Günde sekiz on kişiyi öldürmek isteyebilirim. Böyle bir vahşet var insanların içinde. Benim de vahşete bir yakınlığım var. Ama somut bir cinayet bana çirkin gelebilir, kanlar akacak, adam yıkılacak, düdükler çalacak, polis gelecek… Uzun iş… Ama soyutta cinayet çekici bir iş benim için."
- - Dergi: "Peki nasıl bir cinayet işlerdiniz?"
- - Konuk: "Tabii silahı tercih ederim. Zehir işin dehşetine pek uygun düşmüyor, fazla sinsice."
... Kim bir nefsi bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur...(Maide Suresi, 32)
Şüphesiz ki ayette verilen örnek son derece önemlidir; Allah böyle bir suçu bütün insanları öldürmekle eş tutmuş, diğer ayetlerde de bunun cezasının cehennem olduğunu bildirmiştir. (Nisa suresi, 93) Bu durumda Allah'tan korkan bir insanın değil böyle bir günaha yaklaşması, aklından bile geçirmesi mümkün değildir. Bunun en güzel örneklerinden birini Kuran'da Adem Peygamberin oğullarından bahsedilen kıssada görmek mümkündür. Hz. Adem'in oğullarından biri kardeşini haksız yere, yalnızca hasetten dolayı öldürmek isteyince diğerinin tavrı şöyle olmuştur:
Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. (Maide Suresi, 28)
İşte müminlerle diğer insanlar arasındaki fark burada yatmaktadır. İnananlar her ne olursa olsun haram olan bir şeye yaklaşmazken, diğerleri rahatlıkla her türlü kötülüğü işleyebilmekte ya da işlemekte bir sakınca görmemektedir.
Din ahlakının yaşandığı bir toplumda insanlar Allah korkusuyla dolu oldukları için hırsızlık, yalan, rüşvet, cinayet gibi ahlaksızlıkların hiçbiri olmaz. Din ahlakını yaşayan insan hayatını Allah'ın sınırları içerisinde vicdanına uyarak sürdürür, içindeki negatif ses olan nefsinin kötü olarak emrettiği herşeyi bırakır.
Ama din ahlakı yaşanmadığında kişi nefsinin emrine girip, iradesini bir kenara bıraktığı için sürekli olarak kendi menfaatleri doğrultusunda hareket eder. Böylece her türlü kötü ahlaka kapı açılmış olur. Örneğin hırsızlık yapmak kişinin çıkarlarına uygun olabilir, ama din ahlakı bunu yasaklamıştır ve aynı zamanda bu karşı tarafa zarar verecek bir harekettir. Karşı tarafın yıllar boyunca çalışıp kazandığı para, bütün emeği bir gecede yok olur ki bu da mal sahibine acı verir. Aslında çalan kişiye de vicdan azabı şeklinde acı verir. Dolayısıyla Kuran ahlakı bu tür kötülükleri yasaklayıp, haram kılmakla insanlara dünyada da çok güzel, huzurlu bir ortam hazırlamış olur.
Dünyaca ünlü Time dergisi "Rüşvette Dünya Savaşı" ve "Kokuşmuşluğa Karşı" başlıklı yazılarda rüşvet skandallarını tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermiştir.
Kolombiya'dan Hindistan'a, Fransa'dan Güney Kore'ye, Japonya'dan İspanya'ya kadar birçok ülke rüşvet yolsuzluklarıyla sarsılmıştır. Kökeninde dinsizliğin yattığı bu problemlerin tek çözümü Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
Kolombiya'dan Hindistan'a, Fransa'dan Güney Kore'ye, Japonya'dan İspanya'ya kadar birçok ülke rüşvet yolsuzluklarıyla sarsılmıştır. Kökeninde dinsizliğin yattığı bu problemlerin tek çözümü Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
Bu anlatılanlara dinsiz bir kişi karşı çıkıp, "ben dinsizim, ama rüşvet almıyorum" diyebilir. Gerçekten bu insan ömrü boyunca hiç rüşvet almamış da olabilir, prensipleri gereği rüşvet almayı doğru bulmuyor da olabilir. Ama öyle şartlar meydana gelir ki almakta bir sakınca görmeyebilir. Örneğin maddi açıdan çok zor durumda kalabilir, eşi ya da ailesi rüşvet alması konusunda baskı yapabilir, öyle bir ortama girer ki rüşvet almayı herkes meşru görüyordur veya ona zayıf ve duygusal bir noktasından yaklaşabilirler. Bunun gibi pek çok değişik durum olabilir, kişi için kendince makul gerekçeler meydana gelebilir ve o kişi sonunda hiç düşünmeden rüşvet alabilir.
Oysa Kuran ahlakında rüşvet konusu, hem alan hem de veren açısından yasaklanmış ve böyle yaygın bir toplumsal yaranın her iki taraf açısından da önlemi alınmıştır. Bu şekilde din ahlakını yaşayan bir kimse, pek çok ayette haram kılınan haksızlık ve adaletsizliğin bir biçimi olan rüşvet almaya yanaşmayacağı gibi, rüşvet vermeye, rüşveti teşvik etmeye de aşağıdaki ayetin ihtarıyla teşebbüs bile edemez:
Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hakimlere aktarmayın. (Bakara Suresi, 188)
Kuran'da, Sorumlulukların O Konuda Bilgili ve Tecrübeli İnsanlara Verilmesi Emredilir
Günümüz toplumlarında karşılaşılan sorunların, çözümsüzlüklerin en önemli nedeni bu konularla ilgili insanların bu sorunları çözebilecek, halledebilecek kabiliyette ve ehliyette olmamalarıdır. Din ahlakından uzak toplumlarda, bulundukları görevlerin, aldıkları sorumlulukların hakkını veremeyen insanlar çok sayıdadır. Çünkü bu kimselerde insanlar için fayda getirecek işler yapma, hizmet etme konusunda şevk yoktur; dolayısıyla kendilerini faydalı olacak yönde eğitmemişlerdir. Bulundukları görevlere gelmelerinin sebebi de, o görevin gerektirdiği sorumlulukların altından kalkmaya ehil olmaları değildir. Bunların görevlendirilmeleri çeşitli imtiyaz, kayırma ve karşılıklı çıkar ilişkilerinin bir sonucudur.Örneğin bir fabrikanın başına genellikle o fabrika sahibinin oğlu geçer. Burada söz konusu kişinin bu iş konusunda kabiliyetli olup olmadığı, bu konuda gerekli eğitimi görüp görmediği pek bir önem taşımaz. Hatta görev alan kişi de belki bu işi yapmak istemiyordur ama başka bir işte istediği çıkarları elde etmesi mümkün olmayacağı için zorunlu olarak bu işi yapıyordur. Bu zorunluluk ve bilgisizlik dolayısıyla da faydalı işler yapması mümkün olmamaktadır. Gün geldiğinde en basit sorunlarla bile başa çıkamamakta, sıradan insanların akledebilecekleri tedbirleri zamanında alamamakta ve iş yerinin çok daha yeni ve çözümsüz problemlerle karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır.
Oysa Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda böyle bir manzarayla karşılaşmak mümkün değildir. Çünkü görevleri, sorumlulukları ehil olan kimselere emanet etmek Allah'ın Kuran'da bildirdiği kesin bir emridir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Allah'tan korkan ve din ahlakını yaşayan kimseler de Allah'ın emirlerini son derece titizlikle yerine getirirler. Aynı şekilde dindar bir toplumda kendilerine çeşitli görevler, sorumluluklar emanet edilen kimseler de Allah'tan korkan kimseler olacakları için verilen görevleri en iyi biçimde yerine getirmeye gayret ederler:
(Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir. (Mearic Suresi, 32)
Din Ahlakı İnsanlar Arasındaki Vefasızlığı ve Sadakatsizliği Kaldırır
Güvenilirlik, vefa ve sadakat gibi kavramlar din ahlakı ile insanlara öğretilen değerlerdir ve ancak dinin yaşandığı bir ortamda uygulanabilirler. Kuran ahlakının yaşanmadığı bir yerde ise bu değerlerin yaşatılmasını ummak büyük bir yanılgı olur. Çünkü insanların birbirlerine her şart ve koşulda, hastalıkta, sağlıkta, zorluk ve sıkıntı zamanlarında vefalı davranabilmeleri ancak, Allah'ın hoşnut olacağını bilmeleri ve ahirette karşılığını alacaklarını ummalarıyla mümkün olur. Aksi halde yani kişi eğer yaptıklarından dolayı hesaba çekilmeyeceğini ve yaptığı kötülüklerden dolayı da cezalandırılmayacağını düşünüyorsa, bu durumda öncelikli olarak kendi çıkarlarını düşünecek ve bencil davranacaktır.Toplum bunun türlü örnekleriyle doludur; maddi durumu iyi olan bir kişi iflas ettiğinde, iyi mevkide olan biri makamını kaybettiğinde, rütbesi yüksek olan kişi emekli olduğunda, ünlü biri şöhretini yitirdiğinde çevresinde hiç kimse kalmaz. Aynı şekilde bir kişi amansız bir hastalığa yakalandığı zaman da çoğunlukla çevresinde arayıp soran dostu kalmaz. Yine sık rastlanılan bir örnek de iş ortaklarının birbirlerini dolandırmasıdır. Özellikle de bu tür maddi çıkar ilişkilerinde her türlü ahlaksızlık rahatça yapılabilir. Çünkü para, din ahlakını yaşamayan insanların en değer verdikleri kavramdır. Bu sayılanlar günlük yaşamda insanların duymaya alışkın oldukları, hatta bizzat şahit oldukları örneklerdir.
Arkadaş ilişkileri de vefasızlığın somut olarak görüldüğü bir alandır. Başka birinden daha fazla menfaat elde edeceklerini anladıkları anda en yakın arkadaşlarını dahi rahatlıkla terk ederler, öyle ki insanların büyük bölümü bu duruma maruz kalmış, bunun sıkıntısını çekmiştir. Bu kural nişanlı, sözlü ya da evlilik hazırlığında olan insanlar için de geçerlidir. Maddi imkanları daha fazla, fiziki açıdan daha güzel ya da kariyeri daha iyi olan biriyle karşılaştıklarında hemen sevdikleri kişilere sadakatsizlik gösterirler. Evlilik ilişkilerinde de durum böyledir. Eşler birbirlerini rahatlıkla aldatabilir veya terk edebilirler. Onların batıl düşüncelerine göre nasıl olsa kendilerini hiç kimse görmüyordur, yaptıkları gizli kalacaktır, bu yüzden de çekinecekleri bir durum yoktur. Sonuç olarak; cahiliye toplumunda her türlü insan ilişkisinde karşılıklı sadakatsizlik ve bu sebeple de güvensizlik yaygındır. Kişilerin birbirlerine karşı olan bu güvensizlikleri her an tedirgin bir yaşam sürmelerine sebep olur.
Toplumdaki sadakatsizlik örnekleri yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Gençliklerinde herhangi bir alanda popüler olan kimseler o dönemlerinde herkesin ilgi odağıyken, bunların büyük bölümü yaşlandıklarında genellikle tek başlarına kalırlar. Çoğu zaman birçokları açlık ve sefalet içinde, evlerinde ya da 3. sınıf pansiyon köşelerinde, büyük bir yalnızlık içinde ölümü beklerler. Artık çevrelerinde ne hayranları, ne gazeteciler, ne de dostları vardır. Arayıp soran kimseleri kalmamıştır. Tam tersi bir yaşam sürerken yaşlanmalarıyla beraber yalnızlığa terk edilmeleri onları da şaşırtır ve din ahlakının yaşanmamasının bir sonucu olarak da elbette acı verir. Ancak bu ahlak Kuran ahlakının yaşanmadığı ortamların değişmez kuralıdır.
Dini inkar edenler arasında hakim olan inanca göre insanlar tesadüfler neticesinde evrimleşerek, maymundan türeyen canlılardır. Ancak fiziksel görünümleri ve zenginlikleri ile değer bulurlar, bunları yitirince ise artık hiçbir değerleri kalmaz. Elbette ki bu felsefeye göre maymundan gelip, toprağa gidecek bir varlığa kıymet verilmez. Zaten artık daha genç, daha güzel, daha popüler kişiler onların yerlerini almıştır, bu durumda onlara ihtiyaç olmadığı açıktır. Toplumun diğer fertleri de sonunda toprağa girip, yok olacaklarını düşünen insanlardır. Dine inanmadıklarına göre bu kişilerin vefayla, sadakatle zaman kaybetmeleri kendi felsefeleri açısından anlamsızdır. Benzer şekilde huzur evleri ve bakım yurtları da çocukları tarafından istenmeyen ya da halk arasındaki tabirle "kapıya konan" anne babalarla dolup taşar. Onlar da binbir emek ve özveri ile yetiştirdikleri çocukları tarafından terk edilirler. Üstelik kötü muamele de görürler.
Görüldüğü gibi din ahlakı yaşanmadığında insanın en yakını olan anne ve babasına karşı tavrı bile böylesine zalimce olabilmektedir. Kaldı ki bu ahlaksızlık, vefasızlık her çeşit insan ilişkisinde yaşanmaktadır. Aslında herkese sıkıntı ve acı veren bu toplumsal hastalığın tek çözümü yalnızca din ahlakının yaşanmasıdır. Din ahlakı yaşandığı takdirde insan değersiz bir varlık olarak görülmekten çıkar, Allah'ın ruh verdiği değerli bir varlık halini alır. Bu değerli varlığın en önemli özelliği, elbette ki dış görünümü, sahip olduğu mallar ya da statüsü değil, takvası ya da diğer bir deyişle Allah'a yakınlığı ve güzel ahlakıdır. Çünkü insanın bu dünyada kullandığı bedeni, sahip olduğu diğer herşey gibi geçicidir.
İnsan bu dünyaya sınanmak için gelmiştir, kısa bir süre kalıp, ahiret yurduna gidecek ve dünyada gösterdiği ahlakından orada sorguya çekilecektir. Bu durumda insan için en önemli şey gösterdiği ahlakı olacaktır. Din ahlakında vefalı ve sadık olmak şarttır; çünkü Allah kullarından bunu ister, dindarlar da doğal olarak Allah'ın beğendiği bu ahlaktan zevk alırlar.
Kuran ahlakı yaşandığında vefanın, sadakatin en güzel örneklerine şahit olunur. Anne baba el üstünde tutulur, değerli sanatçılar, alimler, vatana millete hizmeti, emeği geçmiş kimseler, yaşları ne kadar ilerlerse ilerlesin toplumda hep sevgi, hürmet görürler. Gençler ve sevenleri tarafından sık sık ziyaret edilir, her türlü ihtiyaçları gözetilir. Dostluklar öz kardeşlikten de öte bir yaklaşımla sürer ve ömür boyu devam eder. Üstelik hastalık, zorluk, maddi sıkıntı gibi durumlarda yardım etmek ve böylece güzel ahlak göstererek Allah'ın rızasını kazanmak için bütün çevresi birbiriyle yarışır. Eşler, evlenecek kişiler Allah'ın rızasını gözetmek ve bunun sonsuza kadar devam etmesi niyetiyle beraberliklerini yürütürler.
Ölümden sonra sonsuza dek sürecek bir yaşamın varlığını bildikleri ve iman ettikleri için birbirlerine çok bağlı, sadık ve vefalıdırlar. Bu öyle bir sadakat anlayışıdır ki, iki taraftan biri sakat kalsa da, aciz bir duruma düşse de, sağlığını ya da fiziki güzelliğini kaybetse de aynı bağlılık ve vefa devam eder.
Örneğin güzel bir insanın yüzü yansa ve tanınmayacak duruma gelse mümin olan eşi buna şefkat duyar ve sabreder, dünya hayatının çok çabuk geçeceğini, asıl yurdun ahiret olduğunu bildiği için eşine sevgisinden, saygısından, merhametinden hiçbir şey kaybetmez. Çünkü karşısındaki insanda değer verdiği şey ruhudur. Hatta böyle bir durumda sadakat göstermek mümin için daha da zevkli olur.
Müminlerin bu sadakat anlayışı iş ortaklıklarında ve diğer her türlü ilişkilerinde geçerlidir. Verdikleri sözde durmak, ahidlerini yerine getirmek, ortaklıklarını güvenle sürdürmek sadık ve güvenilir karakterlerinin göstergesidir. Verilen söze sadık olmak önemli bir mümin alametidir. Kuran ahlakının yaşanmadığı bir ortamda ise insanlardan sözlerine ve birbirlerine vefalı olmalarını beklemek boşunadır.
Şu nokta da önemlidir ki, din ahlakını yaşamayan hatta dinsiz olduğunu söyleyen bir kişi bu verilen örnekleri okuyup, kendisinin dindar olmadığı halde bunlardan hiçbirini asla yapmayacağını iddia edebilir. Gerçekten de bugüne kadar hiç yapmamış da olabilir. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, şartlar öylesine değişir ve belki öyle büyük çıkarları söz konusu olur ki bir noktada sadakatsizlik yapabilir. Belki bundan dolayı kendince kınanmayacağı bir ortama gidebilir ya da kendisine çok cazip görünen seçeneklerle karşılaşabilir. Bunlar gibi, dünyevi ahlakını, prensiplerini çiğneyebileceği pek çok ihtimal meydana gelebilir. Oysa, şartlar ne olursa olsun mümin olan bir kişi Allah'ın hoşnut olmayacağı bir ahlakı ya da Allah'ın yasakladığı bir tavrı asla yapmaz. Bu kişi için böyle bir konunun istisnası da olmaz.
Din Ahlakının Yaşandığı Ortamda Barış ve Sükunet Hakim Olur
Allah, Kuran'da müminlere huzurun ve güzel ahlakın hakim olduğu bir yapı tavsiye etmiştir. Bu yapıda öfkeye kapılmak, kin tutmak gibi kötü ahlak özellikleri yoktur. Çünkü Allah Kuran'da müminleri bu tür tavırlardan menetmiştir:
Onlar bollukta da darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
(Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar.(Şura Suresi, 37)
Allah müminlerin tarifini yukarıdaki ayetlerde görüldüğü şekilde yapmaktadır. Müminler de bunun dışında bir ahlak sergilemekten sakınırlar. Çünkü tüm hayatlarını Allah'ın sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurmuşlardır. Yaşamları boyunca attıkları her adımda, gösterdikleri her ahlakta, işledikleri her tavırda, söyledikleri her sözde en doğrusunu, en güzelini seçerek davranır, Allah'ın en beğeneceği ahlakı yakalamaya çalışırlar. Allah onlardan güzel ahlakın da üstünde bir ahlak istemekte bunu da "en güzel" olarak tanımlamaktadır. Pek çok ayette bu inceliğe dikkat çekilmiştir:
Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle... (İsra Suresi, 53)
... Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız. (Kehf Suresi, 30)
Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır...(Müminun Suresi, 96)
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)
İslam ahlakının yaşandığı ortam herkesin "en güzel" tavra özendiği, bunu yapmaya gayret ettiği bir ortamdır. Herkesin "en güzel"in arayışında olduğu bir ortamda doğal olarak huzur, sükunet ve güzellik hakim olur. Sinirlenme, öfkelenme, kavga, gürültü, tartışma ve benzeri kötü ahlak özelliklerinin hiçbiri görülmez. Aile ortamlarında, arkadaş ilişkilerinde, ticaret konularında, trafikte, her türlü ortaklıklarda ve paylaşımlarda, günlük hayatın hiçbir parçasında müminler bu tür küçüklüklere ve basitliklere tenezzül etmezler. Diğer insanlar tarafından doğal karşılanabilen bu tür tavırlar bir mümin için utanç vericidir.
İslam ahlakı gerçek anlamda yaşandığı takdirde toplumda doğal olarak huzurlu bir atmosfer oluşur. Din ahlakı yaşanmadığı sürece de insanlar huzursuzluklara ve sıkıntılara mahkumdurlar. Din ahlakını yaşamayan veya dine inanmayan bir insanı durduracak bir mekanizma yoktur, bu kişi tamamen nefsinin kontrolündedir. Böyle bir insanın bir anı diğer anına uymaz. Umulmadık yerde öfkelenir, kırıcı olabilir, sesini çirkin bir tarzda yükseltir, bağırır, hiddetlenir hatta şiddet dahi uygulayabilir. Aslında öfkelenme kişisel ve toplumsal huzursuzluğun dışarı yansıyan bir şeklidir, daha önce de ifade edildiği gibi bu, eşler ve arkadaşlar arasında, ticari ilişkilerde olduğu gibi trafik sıkışıklığında dahi sıklıkla rastlanılan bir durumdur. Özellikle sıkıştıkları anlarda, işleri yolunda gitmediğinde, ani durumlarda, çıkarları tehlikeye girdiği zamanlarda sinirlenmeyen insan çok enderdir. İşte bu tür insanlarla dolu bir toplum da her yönden çekilmez bir hal alır.
Karşıdaki insanın yorgun, dalgın, üzüntülü, uykusuz olabileceğini ve kendisi gibi bir insan olduğunu düşünmeden en ufak aksaklığa, kendine ucu dokunan en ufak bir olaya aşırı tepki gösterir; bağırır çağırır, hakaret, hatta kavga eder.
Yemeğin tuzunun fazla olmasına, gömleğinde leke kalmasına veya kapıcının çöpü biraz geç almasına ve benzeri birçok konuya aynı ölçüde hiddetlenebilir. Gerçekten hassasiyet göstermesi, tepki vermesi, müdahale etmesi gereken bir konuda, bir haksızlık, adaletsizlik durumunda ise zararı kendine dokunmuyorsa umursamazlık, vurdumduymazlık gösterebilir.
Din Ahlakı İnsanların Dengeli Bir Ruh Haline Sahip Olmalarını Sağlar
Din ahlakını yaşayan insanlar tam anlamıyla Allah'a teslim oldukları, herşeyin Allah'ın kontrolünde gerçekleştiğini bildikleri için son derece dengeli ve itidalli bir ruh haline sahiptirler. İyi ya da kötü hiçbir olay karşısında kontrolü elden bırakmaz, ani reaksiyonlar göstermez, tamamen akılcı olarak hareket ederler. Bu nedenle son derece güvenilir insanlardır. En kötü şartlarda bile hem kendilerinin hem de çevrelerinin en az zarar görecekleri şekilde, en akılcı tedbirleri alırlar. Çünkü müminler Allah'ın kitabı olan Kuran'la eğitilmiş insanlardır ve tüm davranış, hareket ve tepkileri de Kuran'dan öğrendikleri üstün ahlak ve karakter yapısı çerçevesinde gerçekleşir.Allah'ın hükümlerine son derece titiz bir biçimde uyduklarından ve Allah'tan korkup sakındıklarından akıl ve şuur olarak çok gelişmişlerdir. Olaylar karşısında en doğru ve en güzel davranış tarzını gösterebilmelerini sağlayan bir kavrayış, feraset ve muhakeme yeteneğine sahiptirler.
Zorluklar karşısında yılmaz, kararsızlığa kapılmaz ve sabırlı davranır. İnsanlara, hoşgörülü ve merhametli davranır. Sözün en güzelini söyler, tavrın en güzelini gösterir. Güçlü, güvenilir, olgun bir kişilik sergiler. Herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu unutmaz ve aşağıdaki ayetleri karşılaştığı hiçbir olayda aklından çıkarmaz:
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.(Hadid Suresi, 22-23)
Kuran ahlakını yaşamayan insanlar ise Allah'ı tanıyıp, tüm olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu düşünmedikleri için hayatları hep korkular, endişeler, huzursuzluklar içinde geçer. Bundan dolayı da dengesiz ve bozuk bir kişilik yansıtırlar.
Dışarıdan bakan birisi için bu kişilerin ruh hali oldukça tedirginlik vericidir. Bu tip kişiler ruhlarında sürekli dalgalanmalar yaşarlar. Gayet mutlu gibi gözükürken bir anda hüzünlenip ağlamaya başlayabilirler. Neye üzülecekleri ya da neden dolayı ağlayacakları da belli olmaz. Kimi zaman eski bir anıları akıllarına gelir, duygulanırlar. Çok kolay bunalıma girer ve bunu rahatlıkla, normal bir tavırmış gibi "bunalımdayım" diyerek dile getirirler. İntihar etmeyi bile düşünür hatta deneyebilirler. Böyle insanların hareketlerinde hiçbir sınır ya da ölçü yoktur. Neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin güzel neyin çirkin olduğu konusunda kesin bir fikirleri yoktur; neyin yerinde neyin yersiz, neyin gerekli neyin gereksiz, neyin anlamlı neyin anlamsız, neyin akılcı neyin delilik olduğuna sağlıklı olarak karar veremezler.
Çünkü tüm bu kavramlar hakkında en doğru ölçüleri bildiren hak dinden habersizdirler.
Dinden habersiz oldukları için Allah'a güvenip dayanmazlar. Allah'ın herşeyi bir kader üzere yarattığından, herşeyin Allah'ın dilemesi ile gerçekleştiğinden ve bu dünyada başlarına gelen iyi ya da kötü herşeyin kendilerinin denenmeleri için yaratıldığından haberleri yoktur. Dinden habersiz oldukları için başlarına gelen olayların hikmetlerini ve içeriğini anlayamaz ve bu olaylar karşısında en sağlıklı tepki ve davranışın nasıl olması gerektiğini bilemezler. Herşeyin tesadüfler sonucu olduğunu düşündükleri için tüm hayatları güvensizlik, endişe ve stres içinde geçer. Bu yüzden sürekli bocalar, yanlış kararlar alır, yanlış tepkiler verirler. Her yaptıkları işten pişmanlık duyarlar.
Hiçbir konuda sağlıklı bir ölçüleri yoktur; iyi bir olay karşısında hemen şımarıp sevince kapılır, kendilerinden geçer, taşkın hareketler yapabilirler. Azgınlıkları, küstahlıkları ve kibirlenmeleri artar. Neşelenince şuurlarını kaybeder, küçük düşürücü, basit hareketler sergileyebilirler. Kötü bir olay karşısında da aynı şekilde kontrolsüz davranır, birdenbire her türlü acizlik ve çirkin davranışı gösterebilirler. Çileden çıkıp kendilerini yerden yere atıp, bağırıp çağırabilir, çığlık çığlığa ağlayabilirler. Öfkelendiklerinde bilinçsiz hareketler yapabilir, kötü sözler sarfedebilirler.
Bu tür tavırların yalnızca belli bir kültür seviyesinin altındaki insan kesimlerine özgü olduğu sanılmamalıdır. Din ahlakını yaşamayan toplumlarda en olgun, en kültürlü, en aklı başında görünen, "lafını sözünü bilen" diye tabir edilen kimseler bile umulmadık bir olay karşısında kontrolünü kaybedip basit, seviyesiz tavırlar gösterebilirler. Nefislerine ağır gelen, çıkarlarına ters düşen durumlarda bu tür kimselerin nasıl çirkin, saldırgan ya da aciz bir karaktere büründükleri çok sık şahit olunan bir gerçektir.
Din Ahlakını Yaşayan İnsanlar Güçlü ve Kararlı Bir Kişiliğe Sahip Olurlar
Cahiliye ortamında insan, kişilik olarak güçlü görünse dahi mutlaka birtakım sınırları vardır. Din ahlakını yaşamayan bir insan belli bir noktadan sonra zaaflarına karşı koyamaz. Çeşitli olumsuz tavır ve davranışlara prensip olarak karşı olanlar dahi önemli bir çıkarları söz konusu olduğunda prensiplerinden taviz verebilirler. Eşlerinden, yakınlarından gördükleri bir baskı, hastalık, ihtiyaç ya da benzeri bir durum oluştuğunda ve bu şartlardan dolayı kınanmayacakları bir ortam bulduklarında hiçbir kural ya da prensip tanımazlar. Cazip menfaatler karşısında ödün vermelerini engelleyecek hiçbir ciddi gerekçeleri yoktur.
... Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
Yalnız daha önce de belirttiğimiz gibi din ahlakını yaşamayan bir insanın bugüne kadar böyle bir şey yapmamış olması önemli değildir. Önemli olan bu tavizleri vermesini engelleyecek hiçbir bağlayıcı, çekinecek sebebinin olmamasıdır. Söz konusu insanlar Allah'tan korkmadıkları için iradelerini ayakta tutacak bir güce sahip değildirler.
Oysa din ahlakını yaşayan biri için durum çok farklıdır. Dünyada var olan hiçbir sebep onları doğru bildiklerini yapmaktan ve bu konuda kararlı olmaktan alıkoymaz. Bunun temel nedeni ise sahip oldukları Allah korkusudur. Allah'ın kudretini kavrayabildikleri için Allah'ın azabından ve cezalandırmasından şiddetle korkarlar. Allah'ın kendilerini her an duyduğunu, gördüğünü ve sakladıkları, gizledikleri herşeyi Allah'ın bildiğini bilir, her an Allah'ın huzurunda olduklarını hissederek yaşarlar. Din ahlakına gerçek anlamda bağlı olan insanlar güçlü ve iradeli olurlar, her ne olursa olsun Kuran ile yasaklanan, Allah'ın hoşuna gitmeyecek bir şeyi yapmazlar. Müminlerin, karşılaştıkları hiçbir olay karşısında Allah'a yakınlıktan taviz vermeyen tutumları ayetlerde şöyle haber verilmiştir:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 37-38)
Kuran Ahlakı Bencilliği Ortadan Kaldırır
Din ahlakını yaşamayan insanların yalnızca kendilerini düşünmeleri kaçınılmazdır. Bu aslında felsefi bir zorunluluktur, çünkü yaşadıkları sistem bunu gerektirir. Fedakarlık, merhamet, güzel ahlak gibi değerler din ahlakının getirdiği ve ancak dinle birlikte tam anlamıyla yaşanabilecek değerlerdir. Ancak Allah'a ve ahirete iman eden, hesap vereceğini bilen kişiler Allah'ın razı olduğu ve beğendiği bu ahlakı taviz vermeden yaşarlar. Bu nedenle dindar olmayan bir insanın böyle bir ahlakı tam anlamıyla yaşaması imkansızdır. Fakat bunu "toplumda bencil insanlar da vardır, ben onlardan değilim" şeklinde düşünmek, kendi üzerine hiç almamak hata olur. Çünkü eğer din ahlakı yaşanmıyorsa bencilliğin başka bir alternatifi yoktur. Diğer kötü ahlak özelliklerinde olduğu gibi bunun da sebebi aynıdır: Sonsuz bir hayatın varlığına, hesap vereceğine, ceza göreceğine inanmamak ve Allah'tan korkmamak.Bu nedenle din ahlakını yaşamayan insanlar kendi deyimleriyle "gemisini kurtaran kaptan" tarzında bir yaşam sürerken, çevrelerindeki insanları umursamazlar. Geleceğe yönelik beklentileri daha zengin olmak, daha iyi bir kariyere sahip olmak, daha iyi yaşamak ve bunlara benzer hedeflerdir. Çevrelerindeki kişileri, dostlarını, ihtiyaç sahiplerini düşünmek hatta tüm insanlığa faydalı olmak akıllarına bile gelmez. Çünkü kendilerince, bu fedakarlıkları göstermelerini, bu tür bir ahlakı yaşamalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Çevrelerinde de daha farklı bir yapıya rastlamazlar; zaten tüm toplum bu şekildedir. Bu durum da onlara vicdani bir rahatlama sağlar.
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i ‹mran Suresi, 134)
Kısacası din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda bencillik kaçınılmazdır. Böyle bir toplumda az ya da çok herkes mutlaka bencildir. Halbuki, bencillik insanın nefsine, ondan sakınması için deneme maksadıyla verilmiş bir özelliktir. Bu durum ayette şöyle belirtilir:
... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)
Genelde bencil insanlar en küçük bir detaydan en önemli konulara kadar herşeyde kendi istedikleri yapılsın isterler. Karşı tarafın isteği ya da hoşnutluğu onlar için önemli değildir.
Örneğin yorulduysa hemen oturmak ister ama kendisinden daha yorgun ya da yaşlı veya hasta olan insanların oturmasını önemsemez. Arkadaşlarıyla beraberken en iyi yemek, en iyi yer, en iyi yatak, en iyi kıyafet hep kendisinin olmalıdır. Kendi rahatı için başkaları rahatsız ve huzursuz olacaksa bu da önemli değildir. Kendisi dinlenirken sessizlik ister ama eğlenmek istediğinde rahatsız olan insanları umursamaz; bunu en doğal hakkı olarak görür. İş yerinde, okulda, arkadaşlarıyla ilişkilerinde, evliliğinde hemen her yerde bencilliğin çeşitli türleri ortaya çıkar.
Zaman zaman din ahlakının yaşanmadığı ortamlardan da istisna olan kişiler çıkabilir. Örneğin, "iyi" bilinen insanlar vardır. Eşine dostuna karşı cömert, fedakar olarak tanınan bu kişiler, aynı zamanda birçok sosyal yardım faaliyetlerinde de sık sık boy gösterirler. Fakat bu tür kişiler çoğunlukla, yaptıkları iyilikleri Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için değil de kendi gururlarının okşanması, iyi ve fedakar bilinmek, övülmek, takdir toplamak için yaparlar. Ayrıca bu kişilerin yaptıkları bağış ve yardımlar da kendi mali durumlarını etkileyecek bir külfet değildir.
İdealist olarak tanınan insanlar da aynı zihniyette bir liderlik yapma, sorumluluk alma isteğine sahiptirler. Amaçları hiçbir zaman Allah'ın rızasını gözetmek, insanlara, topluma faydalı olmak, hizmet etmek değildir. Yalnızca bencil duygularını tatmin etmek, şöhret, övgü, prestij kazanmak uğruna böyle sorumluluklar alırlar, makam ve mevki elde etme peşinde koşarlar. Ciddi anlamda bir çıkarları olduğunda ise gerçek ahlaklarını dışa vururlar.
Din ahlakını yaşamayan toplumlarda, "fedakar" olduğunu düşünen bir kişi bile müminlerin ahlaklarıyla ve fedakarlıklarıyla kıyaslanınca oldukça bencil kalır. Çünkü müminlerin özveri anlayışları onların kavrayışlarının çok üstündedir.
Müminler, kardeşlerinin nefislerini kendi öz nefislerine tercih ederler. Kendileri için istediklerinin daha fazlasını samimi olarak kardeşleri için isterler. Çünkü Kuran'a uymak onlara öyle bir ahlak kazandırmıştır ki; "Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler." (İnsan Suresi, 8) Bu ahlaktan ötürü müminler ayetin ifadesiyle "erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına"((Nisa Suresi, 75) mücadele ederler, yalnızca kendilerini düşünmek yerine herkesin sorumluluğunu alıp, büyük düşünürler.
İşte din ahlakı tam anlamıyla yaşandığı takdirde toplumsal ilişkiler de fedakarlığa dayalı olacak, pek çok sorun ortadan kalkacaktır.
Din Ahlakını Yaşamak Dünya Hırsını ve Tamahkar Olmayı Engeller
İnsanlar sevgi, kardeşlik, yardımlaşma, dostluk ve paylaşma gibi kavramları gerçek anlamda din ahlakı sayesinde öğrenmişlerdir. Bu değerler de yalnızca din ahlakı yaşandığı sürece korunabilirler. Çünkü insanların nefisleri daha önce de bahsettiğimiz gibi, dünyevi hırslara, bencil tutkulara elverişli yaratılmıştır. Din ahlakından uzak insanlar da ahireti amaç edinmediklerinden, bitip tükenmek bilmeyen hırslarını tüm yaşamları boyunca tatmin etmek isterler. Allah bu tür insan modelini Kuran'da şu şekilde tasvir eder:
… Ki Ben ona 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal' (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra daha artırmam için tamah eder. (doyumsuz istekte bulunur)(Müdessir Suresi, 12-15)
Din ahlakının yaşanmadığı ortamlarda kişiler sürekli malın ve paranın daha fazlasına tamah eder, yaşamları boyunca bunların hırsını yaparlar. Böyle bir toplumdaki insanlar arasında rekabet duygusu da çok güçlü olur. En zengin, en başarılı, en güzel, en popüler, en sevilen hep kendileri olmalıdır. Başkalarında bu özelliklerin olmasına hiç tahammül edemezler. Gerçekten de başkalarının iyiliği, güzelliği veya sahip oldukları şeyler, içlerini dünya hırsı kaplamış kimseleri çok rahatsız eder. Dahası haset eder, onların sahip olduklarına daha fazlasıyla ulaşmayı isterler. Hatta öyle ki kendilerinin isteyip de ulaşamadıkları bir şeye diğer insanlar sahipse, onların bu sahip olduklarını yitirmeleri çok hoşlarına gider.
Haris ve tamahkar insanların birbirlerine karşı olan bu bakış açılarının temelinde yaşam felsefeleri yatar. Çünkü bu kişiler diğer insanlara, Allah'ın yaratıp, ruh verdiği değerli insanlar olarak değil, maymundan evrimleşen ve bir müddet sonra toprak olup, bir daha asla dirilmeyecek sıradan mahluklar olarak bakarlar.
Kendileri de "bu dünyaya bir kere gelecekler"ine göre herşeyin en fazlasına sahip olmak, nefislerini sınırsızca tatmin etmekten başka bir amaçları olmamalıdır. Bu sapkın mantıklarına göre, daha azıyla yetinmenin, başkalarının istek, çıkar ve ihtiyaçlarını gözetmenin ise onlara göre hiçbir mantığı yoktur. Kuşkusuz söz konusu insanların içlerinde taşıdıkları bu düşünceler son derece hatalıdır ve sahiplerini sıkıntılı bir ruh haline sürükler.
Böyle bir hayat ilk bakışta din ahlakından habersiz bir kişi için çok cazip görünse de aslında çok stresli, madden ve manen çok yıpratıcıdır. Bu yüzden asla mutlu ve huzurlu olamaz. İnsanın istek ve arzularının, meşru da olsa bir sınırı yoktur.
Çünkü insan sonsuz ahiret hayatına göre yaratılmıştır. Bu dünya ise, bu istek ve arzuları tatmin edebilmekten çok uzak, her türlü engel, eksiklik ve kusurla dolu geçici bir imtihan yeridir. İşte din ahlakından habersiz oldukları için bu imtihanın sırrını bilmeyen kimseler her türlü arzularını bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır, sürekli bir tatminsizlik, memnuniyetsizlik ve eksiklik hissi taşırlar. Hiçbir zaman erişemeyecekleri şeylerin hırsını yapıp, her istediklerini elde etmeye çabalamak onlara hayatı zehir eder. Varlık içinde yokluk çekerler. Sahip olduklarından hiçbir zevk alamaz, sahip olamadıklarından ise ızdırap çekerler. Bu manevi azap aslında sonsuz azaplarının bu dünyadaki bir başlangıcıdır.
Din ahlakı ise insanların kendileri için istedikleri herşeyi mümin kardeşleri için de istemelerini ve onların sahip oldukları özelliklerden dolayı mutluluk duymalarını öğütler. İnananlar birbirlerinin kardeşi ve velisidirler. (Tevbe Suresi, 71) Bu nedenle birbirlerinin sahip oldukları her iyilik ve güzellik onları fazlasıyla mutlu eder. Herkes sahip olduğu özellikleri Allah'ın rızası için kullandığından aralarında büyük bir paylaşım ve yardımlaşma vardır. Kişiler birbirlerine herşeyden önce Allah'ın yarattığı, ruh verdiği değerli insanlar gözüyle bakarlar. Bu da birbirlerine kıymet vermelerine, cömert ve fedakar davranmalarına sebep olur. Böyle bir toplumda insanların çok huzurlu ve mutlu bir yaşantıları olur.
Din Ahlakı Yaşanırsa Haset ve Kıskançlıklar Sona Erer
Bir önceki bölümde de ele alındığı gibi din ahlakı, kıskançlığı ve hasedi kötü ve çirkin bir ahlak olarak tanımlar, bu nedenle müminler güzel ahlaklı olabilmek, Allah'ın hoşuna gidecek tavırlar yapabilmek için bunun tam tersi bir tutum sergilerler. Din ahlakını yaşamayan bir insanda ise haset duygusunun olmaması güç bir ihtimaldir, çünkü haset etmesinin önünde bir engel yoktur. Hırsların, tutkuların, bencilliğin hakim olduğu bir rekabet ortamı vardır ve bu durumda cahiliye insanı için haset kaçınılmazdır. Genç bir kız kendisinden daha güzel olan ya da daha güzel giyinmiş birini kıskanır, genç bir erkek daha popüler olan arkadaşını kıskanır. Okul ve iş yeri başarılarında da bu böyledir. Yaş, cinsiyet, meslek, mevki gibi özellikler de birşey değiştirmez, her kesimden insanda hasedin bir türünü görmek mümkündür. Özellikle de birbirlerinin mallarını kıskanırlar. Eve aldıkları eşya, evin semti, manzarası, araba markası, yazlık, seyahat gibi konular haset sebebidir.Sevindiklerini, memnun olduklarını söyleseler bile gerçekte çok kıskanırlar. Hatta öyle ki bazıları diliyle dahi sevindiğini söyleyemez. Özellikle iş yerlerinde hasetten kaynaklanan bir rekabet çok belirgin gözükür. Makam ve mevki hırsı ve bundan kaynaklanan kıskançlıklar günlük yaşamda alışılagelen tavırlardır.
... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. ( Nisa Suresi, 128)
Ama Kuran daha önce de belirttiğimiz gibi insanları kendileri için istedikleri herşeyi kardeşleri için de istemeye ve onların sahip oldukları herşeyden büyük memnuniyet duymaya çağırır. Kuran ayetlerinde müminlerin bu tavırları şöyle tarif edilir:
... Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki:
"Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin." (Haşr Suresi, 9-10)
İnsanlar Arasında Sevgi ve Saygının Yaşanması Din Ahlakı ile Mümkündür
Dinin aslında en önemli yönü sevgi ve güzel ahlak temeli üzerine kurulu oluşudur. Kuran'a bakıldığında Allah'ın kullarından çok üstün bir ahlak istediği, onları sevgi ve fedakarlığa çağırdığı görülür. Allah kullarına karşı bağışlayıcı ve merhametlidir. Kuran'da Allah'ın kullarına olan sevgisinden şöyle bahsedilir:
"O, çok bağışlayandır, çok sevendir." (Buruc Suresi, 14)
Allah müminlere yönelttiği bu sevginin aynısını onların da birbirlerine göstermesini ister. Müminler bu nedenle birbirlerine çok değer verir, sevgi ve saygıda hiçbir kusur etmemeye özen gösterirler. Böyle davrandıkları takdirde Allah'ın kendilerinden hoşnut olacağını bilmeleri de bu sevgi ve saygının oluşmasındaki en önemli faktördür. Ayrıca Allah'ın yaratıp, ruh verdiği, iman sahibi kıldığı bir insanın değerli olduğunun da bilincindedirler. Bundan başka, dünyanın bir deneme yeri olduğunu bilmeleri onları diğer insanlara karşı hep güzel ahlaklı olmaya yöneltir. Çünkü bunun karşılığını ahirette alacaklarını, bundan dolayı ödüllendirileceklerini bilirler. İçlerindeki güçlü Allah korkusu da aynı şekilde onları diğer insanlara karşı iyi ve güzel davranma konusunda motive eder. Baktıkları her varlıkta Allah'ın güzelliğinin yansımalarını görürler, bu da sevgi dolu olmalarını sağlar.
Bununla birlikte kendilerini ahiret hayatının beklediğini, diğer inananlarla sonsuza kadar birlikte olacaklarını bilmeleri de bu sevgi ve saygıyı çok daha güçlü ve köklü hale getirir.
Bu nedenle insanlar arasında din ahlakının ruhu hakim olduğunda çok güzel, çok sıcak ve çok huzurlu bir hayat yaşanır. Aile ilişkileri çok farklı olur. Çocuklar ana-babalarına ve diğer büyüklerine karşı son derece hürmetkar ve sevgi dolu olurlar. Allah'ın bu konuda Kuran'da yer alan hükmü de müminlerin bu şekilde davranmalarını gerektirir:
Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. (İsra Suresi, 23)
Bir başka ayette de müminlere şöyle öğüt verilir:
Din ahlakı yaşandığında herkes birbirine en güzel sözü söylemek ve en güzel tavrı göstermek konusunda birbiriyle yarışır. Bu da yine Kuran ahlakı sayesinde mümkün olur:
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24-25)
İşte ayetlerde tarif edilen bu ahlakı yaşamaya özen gösteren insanlar sevginin, saygının ve dostluğun en güzel örneklerini yaşarlar. Bu, hiçbir çıkara dayanmayan, yalnızca Allah rızası için yaşanan bir sevgidir. Kuran'da müminlerin birbirlerine yakınlık dereceleri şöyle ifade edilmiştir:
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır... (Tevbe Suresi, 71)
Yukarıdaki ayette belirtildiği gibi inananlar birbirlerinin dostudurlar. Böyle olunca da sürekli kardeşlerinin iyiliğini ve güzelliğini isterler. Din ahlakı tam anlamıyla bir toplumda yaşandığında ise herkes birbirini bu şekilde veli edinir. Büyük bir sevgi ve dayanışma topluma hakim olur.
Din ahlakının benimsenmediği bir ortamda ise insanlar gerçek sevgiyi ve saygıyı hiçbir zaman yaşayamazlar. Çünkü sevgi ve saygı duymalarına sebep olan gerekçeler güzellik, zenginlik, makam, mevki gibi kavramlardır.
Yakın arkadaşlarını dış görünümlerine, giyim, kuşamlarına göre seçen bir kişinin arkadaşlık bağları da çevresindekilerin sahip olduğu bu özelliklerle doğru orantılı olacaktır. Evleneceği kişiyi malına, mülküne, mesleğine göre seçen bir kişinin sevgisi hep bu ölçülere bağlı olarak azalıp, artacaktır. Örneğin evlenmeyi düşündüğü kişi ya da eşi güzel ve prestijli bir insanken aniden ölümcül bir hastalığa yakalansa ya da felç olsa bir müddet sonra, onun hastalığından kaynaklanan eksikliklerini, acizliklerini görüp, soğuyacaktır. Özellikle kendisi ilgilenmek ve bakımını üstlenmek durumunda kalırsa, kısa bir süre sonra sabrı taşacak ve bıkacaktır. Kısa ömrünü hasta birine bakarak geçirmek istemeyecektir. Toplum bunun örnekleriyle doludur.
Saygı da aynı sevgi gibi çok önemlidir, karşıdaki insana verilen değeri gösterir. Ama din ahlakı yaşanmadığı zaman kişinin saygı duyması için belirli şartlar oluşması gerekir; para, mevki, rütbe, güç gibi. Bu şartlar oluşmadığı zaman saygı duymak için bir sebep göremezler. Ya da bu şekilde önem verdikleri bir insan bu özelliklerden birini yitirdiği anda artık saygı duyulan bir insan değildir.
Gerçek Dostluk Din Ahlakı İle Öğrenilir
Din ahlakından uzak yaşayan kişilerin kendi aralarında şu tip yakınmalarına şahit olmuşsunuzdur: "Çok arkadaşım var ama bir tane gerçek dostum yok", "hiçbir arkadaşıma gerçek anlamda güvenmiyorum". Bu kişiler çok samimi arkadaş olarak gözükseler de içten içe gerçek dost olmadıklarını bilirler. Ancak daha iyi bir dost bulamayacakları ve çevrelerindeki herkes bu ahlakta olduğu için arkadaşlıklarını sürdürürler. Çünkü gerçek dostluk, fedakarlık ve çaba ister. Gerektiğinde insan arkadaşı için zamanından, rahatından, parasından, çıkarlarından hiç düşünmeden fedakarlık yapabilmelidir. Fakat din ahlakı yaşanmadığı takdirde tüm diğer güzel ahlak vasıfları gibi fedakarlık yapmanın da bir anlamı yoktur.Örneğin, bir kimsenin arkadaşı hastalansa, hastane hastane dolaşıp doktor araması, belki benzin parasını, doktor ücretini ödemesi, üstelik de başında bekleyip, bakımı ile ilgilenmesi gerekse ve bu sırada işine, okuluna, ailesinin yanına ya da arkadaşlarıyla eğlenceye gitmek yerine bunları yapmak durumunda kalsa, yüksek ihtimalle pek çok mazeret öne sürecektir. Hatta bu mazeretlerin önemli olduğuna kendisini de inandıracaktır. İşin garibi, bu şekilde davranan ya da bu şekilde düşünen bir insan din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda hiç kimse tarafından yadırganmayacaktır.
Bu sebepten din ahlakını yaşamayan insanların gerçek dostları yoktur, eşleri bile onlara gerçek anlamda dost değildir.
Evliliklerinde sevgileri ve saygıları kısa sürede tükenir ama ekonomik bağımlılık ya da toplumsal nedenlerle bunu sürdürmeye çalışırlar. Bu nedenle aslında evli dahi olsalar yalnızdırlar. Aileleri de yaşlandığı için her an onları kaybetme ihtimali vardır, bu nedenle hayatta yalnız kalmamak konusunda onlara da güvenemezler. Özellikle bu yüzden çocuk sahibi olurlar, ilerde onların kendilerine bakacağını, böylece yalnız kalmayacaklarını düşünürler. Ama toplumun geneline bakılınca bunun böyle olmadığı anlaşılır. Çocukları da kendileri gibi olacaktır, büyüyünce yanlarından ayrılacak ve sonlu olan bu dünyanın hakkını vermek için toplumunun diğer üyeleri gibi dünya hayatının hırslarına kendilerini kaptıracak, yani bencillik ve çıkar savaşına gireceklerdir. Sonuç olarak din ahlakını yaşamayan insanlar, içinde yaşadıkları toplumun yapısı ve gösterdikleri bu kötü ahlak özellikleri sebebiyle hep yalnızlığa mahkumdurlar.
Din Ahlakı İnsanların Her Türlü Dünyevi Korkusunu Sona Erdirir
Din ahlakını yaşamayan insanların, Allah'ı tam tanımadıkları, O'na dost olmadıkları ve Rabbimize dayanıp, güvenmedikleri için çok çeşitli korkuları vardır. Gelecekten korkarlar, yalnızlıktan korkarlar, çocuklarına birşey olmasından, mallarına zarar gelmesinden, sağlıklarını kaybetmekten, kaza geçirmekten ve en önemlisi de ölümden çok korkarlar:
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Ölüm onlar için bir bilinmezliktir. Ölüm sonrasını düşünmeseler dahi nasıl öleceklerini düşünür ve bundan dolayı korkarlar. Her türlü ölüm çeşidi başlarına gelebilir ve bu ihtimallerin korkusu çok şiddetlidir. Ölümden sonra yaşam olduğu gerçeğine ciddi anlamda inanmadıkları için ölüm onlar için başlı başına ürkütücü bir olaydır. Yok olacaklarını, toprağa karışacaklarını ve bir daha asla yaşama dönme ihtimallerinin olmadığını düşünürler. Görüldüğü gibi bu kişilerin ölüm korkuları ahirette nasıl hesap vereceklerine yönelik değil, dünyayı ebediyen kaybetme, yok olma düşüncesine dayalı bir korkudur.
Bu yok olma endişelerini de çoğunlukla erkek çocuk sahibi olarak soyadlarını devam ettirme suretiyle bastırabileceklerini zannederler. Bir kısmı erkek çocuk doğana kadar gerekirse 5-6 çocuk sahibi olur, hatta sürekli kız çocuğu oluyor diye eşini boşayıp başkasıyla evlenenler bile vardır. Maddi durumu iyi olanlar da soyadlarını sürdürecek anıtlar, binalar, okullar yaptırırlar. Onların bu tutumlarına bir ayette şöyle dikkat çekilir:
Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? (Şuara Suresi, 129)
Kuvveti ve onuru inkarcılarda ararlar
Kendi aralarında ölüm konusunun açılması bile keyiflerinin kaçması için yeterlidir. Ne kadar düşünmemeye çalışsalar da her gün gazetelerden, televizyondan, çevrelerinden ölüm haberleri alırlar. Çevrelerinde sık sık ölümlerle karşılaşmaları, kazaların, hastalıkların olması ve en önemlisi her geçen gün yaşlanmaları ister istemez ölümü düşünmelerine sebep olur. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da vicdanlarını kapatma mekanizmalarını, ölümü düşünmemek için devreye sokarlar. Bulundukları ortamda ölümle ilgili bir konu geçtiğinde hemen konuyu değiştirir, mümkün olduğunca dünyaya çekici konuşmalar yaparak her insan için yaklaşmakta olan sonu unutmaya çalışırlar.Dünyada çeşit çeşit ölüm şekilleri olması da onlar adına çok korku vericidir. Mümkün olduğunca mezarlıkların önünden geçmemeleri, mezarlık yakınında ev almamaları da hep ölümü hatırlamamak için alınan tedbirlerdir. Ancak ölüm, her nerede olurlarsa olsunlar elbet bir gün onları bulup yakalayacaktır. Bu kaçınılmaz gerçek Kuran'da şu şekilde hatırlatılır:
Ölüm ve ahiret zaten müminlerin mahiyetini bildikleri, bekledikleri, kavuşmak istedikleri gerçeklerdir. Bu, aslında onlar için Allah'a ve asıl yurtlarına kavuşmanın sevincidir.
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)
Din Ahlakı İnsanların Üzerindeki Gelecek Korkusunu Kaldırır
Müminler dışında hemen hemen bütün insanlar hayatlarının ileriki dönemlerinde kendilerini nelerin beklediğini merak eder, pek çok olumsuz ihtimali de düşünüp, kaygılanırlar. Bu onları ciddi şekilde tasalandırır ve huzursuz eder. Bunun dışında insanların çoğunluğunun yaşadığı günlük endişeler de vardır ki bunları da gelecek korkusuna dahil etmek mümkündür. Küçük yaşlarda bu durum okul ödevlerinden, arkadaşlık ilişkilerinden, sözlüye kalkmak gibi basit sorunlardan ibarettir. Ancak yaşın ilerlemesiyle insanların sorun haline getirip, korkusunu duydukları konular da artar.
Lise çağlarında kişinin giyeceği kıyafet, yiyeceği yemek, arkadaşlarıyla yaşadığı sorunlar, grup içindeki itibarı, okuldaki başarısı ve aile ilişkileri onun için adeta dünyanın en büyük ve en önemli sorunlarıdır. Bu konulardaki herhangi bir olumsuzluk ruhunda derin etkiler yapar, hatta strese ve bunalıma girmesine sebep olur. Bu sorunlar, kazanılması mutlaka gerekli olan üniversite sınavıyla en üst noktasına ulaşır. Çünkü bu sınav kazanılmadığı takdirde aileye nasıl hesap verileceği, bu durumun akrabalara ve çevreye nasıl açıklanacağı, lisedeki öğretmenlere ve arkadaşlara ne gibi bir bahane söyleneceği, hayatın bundan sonraki kısmında ne yapılacağı gibi kaygılar genç bir insanın manevi olarak oldukça yıpranmasına sebep olur. Bu tür durumlara günümüzde o kadar çok rastlanır ki, üniversite veya kolej sınavlarının sonuçlarının açıklanmasının ardından gazetelerde çıkan intihar haberlerine adeta alışılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, bunlar son derece yersiz endişelerdir. İnsan elbette bir sınavda başarı elde etmek, iyi bir eğitim görmek isteyebilir.
Ancak elinden geleni yaptığı halde bir başarı kazanamıyorsa bu durumda Allah'a tevekkül edip, Rabbimizin kendisine daha güzel bir sonuç vermesi için dua etmesi gerekir. Sonuç olarak burada elde ettiği veya etmeye çalıştığı her türlü başarı, kısa bir yaşamın ardından ölümle birlikte anlamını yitirecektir. Geriye kalan ise kişinin Allah'a olan güveni, tevekkülü, imanı olacaktır.
Ancak bu önemli gerçeklerin farkında olmayan, din ahlakından uzak kişiler için yaşın ilerlemesiyle doğru orantılı olarak geleceğe ilişkin korku ve endişeler de artmaktadır. Bu insanlar geleceğe dair planların dışında, gün içinde yapacakları veya gelecek haftalarda yapmayı planladıkları pek çok detayı da düşünüp, kaygılanır ve hatta strese girerler. İş yerindeki konumları, tatile gidip-gidemeyecekleri, gideceklerse nereye gidecekleri, çocuklarını yurtdışına gönderip gönderemeyecekleri, daha iyi bir eve taşınıp taşınamayacakları, toplantıya zamanında yetişip yetişemeyecekleri gibi sayısız endişeleri vardır.
Para konuları da din ahlakını yaşamayan insanların akıllarını en çok meşgul eden, onları en çok kaygılandıran konuların başında gelir. Paralarının yetip yetmeyeceği endişesi hem günlük yaşamlarında hem de ileriye dönük planlarında büyük yer tutar. Çünkü hem dünyaya yönelik büyük hırslar içindedirler hem de para biriktirip harcamak istemezler. Bu da geleceğe yönelik korkulara kapılmalarına neden olur. Bundan dolayı imkanları olsa dahi paralarını hayra harcamaktan kaçınırlar, insanlara yardım etmezler. Maddi durumu iyi olan da kötü olan da aynı endişeyi duyar ve cimrilik eder. Oysa insanlara rızkı verip, onları besleyen Allah'tır. Allah'a tam anlamıyla güvenmiş olsalar zaten hiçbir sıkıntı çekmezler. Fakat bu güveni yaşamadıkları için böyle bir kolaylıktan da mahrum kalırlar. Allah insanlara verdiği mallarla onları dener ve bu malları Kendi rızası doğrultusunda kullanmalarını ister. Ama geleceğe yönelik cahilce korkular yüzünden çoğu insan bencil bir tutum sergiler. Allah ayette onların bu durumuna şöyle dikkat çekmiştir:
Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vaadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 268)
Bundan başka insanları saran ileriye dönük korkulardan biri de yaşlanmadır. Alınan her türlü tedbire rağmen bedende önüne geçilemez yaşlılık alametlerinin, kırışıklıkların, sarkmaların oluşması, saçın dökülmesi, beyazlaması, görme, duyma kusurları gibi yeni yeni hastalıkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ihtimallerin her biri din ahlakından uzak yaşayan bu insanlarda ciddi endişelere sebep olur. Bundan başka herhangi ciddi bir hastalık durumunda çocuklarının kendilerine bakıp bakmayacağının kaygısını duyarlar. Ne şekilde ve nerede öleceklerini düşünüp korkarlar. Yaşlılarda en çok görülen korkulardan biri de eşlerden birinin ölmesi durumunda diğer tarafın tek kalma korkusudur. İki taraf da içten içe, "ya o ölürse, ben nasıl tek başıma yaşarım" diye bir endişe içindedir.
Burada sayılanların her biri din ahlakını yaşamayan insanların geleceğe yönelik ciddi kaygı ve korkularıdır. Din yaşanmadığı takdirde bu endişelerin duyulması kaçınılmazdır. Müminler içinse durum daha farklıdır, onlar bu tür korkuların hiçbirini yaşamazlar. Herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu bilir, başlarına gelen herşeye hayır gözüyle bakar, Allah'ı dost edindikleri için yardımı da yalnızca Allah'tan beklerler. Ayrıca dünyada korkulacak hiçbir konu olmadığını da bilirler. Geleceklerine yönelik konularda Allah'ın en hoşnut olacağı tercihleri yapıp, ellerinden gelen çabayı gösterip, Allah'ın çizdiği kadere teslim olurlar. Ayette onların bu bakış açısı şöyle tarif edilir:
De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)
Din Ahlakı İnsanların Kibirli Olmalarını Engeller
Kuran'ın pek çok ayetinde Allah tevazuyu ve alçak gönüllü olmayı emreder, büyüklenmeyi ve böbürlenmeyi sevmediğini bildirir. Dolayısıyla bir mümin için tevazulu olmaktan başka alternatif yoktur.Ancak din ahlakını yaşamayan bir insandan tevazu beklemek de anlamsızdır. Bu tür insanlar bilgilerinden, mallarından, mevkilerinden, zekalarından, kültürlerinden ve sahip oldukları herşeyden büyüklüğe kapılırlar ve diğer insanları küçük görürler. Bulundukları ortamda her zaman en seçkin, en farklı, en akıllı, en güçlü, en üstün ve en dikkat çeken kişi olmak isterler. Bir gün ölümün mutlaka geleceğini ve sahip oldukları herşeyi bu dünyada bırakacaklarını, övündükleri bedenlerinin, güzelliklerinin toprak altında çürüyeceğini akıllarına dahi getirmezler. Bu insanlar için geçerli olan değer, gururdur. Gurur onlar için adeta bir şahsiyet ifadesidir.
Gururları yüzünden kimseye gerçek anlamda sevgi ve saygı gösteremezler, çünkü bunu da gurur konusu olarak görürler. Başkalarından sevgi, saygı beklerler ama kendileri bunu yaparlarsa küçüleceklerini düşünürler.
İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız.(Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
Din ahlakını yaşamayan insanların hayatları "ben" merkezlidir. Her zaman diğer insanlara hükmetmek isterler, herşeyin en doğrusunu düşündüklerini zannederler, her fırsatta diğer insanları ezmeye, aşağılamaya çalışırlar. En önemlisi de bu tür insanlar istisna değildirler, bilakis din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda oldukça yaygındırlar.
Kuran'da kibir konusunda çok hassas bir ölçü verilmiştir
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin." (İsra Suresi, 37)
Bir başka ayette de, Allah şu şekilde öğüt vermektedir.
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez " (Lokman Suresi, 18)
Din ahlakını yaşamayan bazı insanlar, "ben mütevazi bir insanım, bu tanıma girmiyorum" diyerek kendilerini kandırabilirler. Ancak Kuran'da bildirilen, hayatın her anına, kişinin tüm davranışlarına yansıyan bir tevazudur. Kendisi ve sahip oldukları da dahil, herşeyin sahibinin ve onları var edenin Allah olduğunun, herşeyin Allah'ın bilgisi ve dilemesi dahilinde gerçekleştiğinin bilincine varmış insanların tevazusudur. Bu insanlar da ancak müminlerdir. Din ahlakından habersiz bir insan, müminlerin ahlak ve bakış açısından çok uzak bir yapıya sahip olduğundan gerçek anlamda bir tevazuyu yaşaması mümkün değildir. Kuran'da bildirildiği şekilde yaşanmadığı sürece, gösterilen tevazu, bir gösteriş, riyakarlık ya da eziklik psikolojisinden öteye gitmeyecektir.
Herkesin kibirli olduğu bir toplumun ne derece çekilmez ve azap dolu bir ortam olduğu açıktır. Büyüklenmekte, bencillikte, zalimlikte elindeki imkan ve fırsatlar ölçüsünde hiçbir sınır tanımayan insanların oluşturduğu bir toplumla, herkesin birbirine tevazulu ve alçak gönüllü davrandığı bir toplum arasındaki uçurum din ahlakının gereği gibi yaşanmamasından kaynaklanmaktadır.
Kuran Ahlakı İnsanlardaki Şefkatsizliği ve Merhametsizliği Ortadan Kaldırır
Şefkatli ve merhametli olmak Allah'ın bir sıfatı olduğu gibi, O'nun kullarından da istediği bir ahlak özelliğidir. Kuran'ın pek çok ayetinde müminlere şefkatli ve merhametli olmaları öğütlenir.Kişinin Allah'ı hoşnut etmek, Rabbimizin seçip beğendiği dini yaşamak gibi bir amacı olmadığında güzel ahlaklı olmak için de bir çabası olmayacaktır. Dolayısıyla bu kitapta baştan beri anlatılan her türlü kötü ahlak özelliğini göstermekten de çekinmeyecektir. Dinsiz toplumda şefkatsizlik her alanda ve herkese karşı ortaya çıkar. Böyle bir insan, diğer insanlara olduğu gibi, en yakınlarına, annesine, babasına, ninesine, dedesine, kardeşlerine, akrabalarına dahi şefkatsiz davranabilir. Onların hatalarına ya da insani kusurlarına sinirlenip, azarlayıp kırıcı davranabilir. Şefkat gözüyle bakmayı bilmediği için yapılan her tavır bu insanı kızdıracaktır.
Bu tür bir insan fakir veya düşkün insanlara da hiç merhamet etmez. Çünkü anlık ya da günlük çıkarları herşeyden önemlidir. Böyle bir anda başkalarını düşünmesi söz konusu olmaz. Elbette bu insanların da kendilerine göre şefkat anlayışları vardır ama çarpık bir anlayıştır bu… Örneğin yoldaki dilenciye acırlar, bunu büyük bir merhamet göstergesi olarak kabul ederler ama asıl çok daha vicdanlı davranılması gereken, hatta bizzat kendilerinin fedakarlık yapmalarını gerektiren bir durumda kendi çıkarlarının zedelenmemesi için kayıtsız kalırlar.
Örneğin önlerinde ciddi bir trafik kazası olsa durup, yardım etmek istemezler. Bunun için kendilerince pek çok sebepleri vardır. Tüm günleri mahvolacak, hastaneye gitmek için para ve zaman harcamaları gerekecektir.
Ayrıca tanımadıkları bir kişi için böylesine uğraşmak, onu taşımak, fedakarlık yapmak çok anlamsızdır. Çünkü bunun karşılığında bir kazançları olmayacaktır. İşte din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda böyle örneklere sık sık rastlamak mümkündür. Bu insaniyetsiz tavırların yok olması ise ancak Kuran ahlakının eksiksiz olarak yaşanmasıyla mümkündür. İnsanların birbirlerine karşılıklı olarak şefkat ve merhamet hisleri beslemesi, güzel tavırlar gösterme konusunda şevk içinde olmaları ancak din ahlakının sağlayabileceği bir güzelliktir. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, toplum içinde istisna kişilerin böyle üstün bir ahlakı yaşaması yeterli değildir. Ya da insanların bazı olaylar karşısında güzel tavırlar gösterip, bazılarında ise Kuran'a uygun olmayacak şekilde davranmaları, bazı kötülüklerden prensip olarak kaçınıp, bazılarını hiç düşünmeden yapmaları ile de istenen ortam oluşmaz. Gerçekten huzurlu bir toplum hayatının varlığı, bireylerin toplu olarak Allah'ın emrettiği gibi Kuran ahlakını yaşamaları ve karşılıklı özveride bulunabilen bir ahlaka sahip olmalarıyla mümkündür.
Din Ahlakı Herkesin Çözüm Getiren İnsan Olmasını Sağlar
Kuran'da anlatılanlara uymak insanlara olaylara çözüm getirebilen, her konuda akılcı hareket eden bir yapı kazandırır. Bu nedenle din ahlakını yaşayan bir insan, konu her ne olursa olsun, ne derece tıkanmış gözükürse gözüksün çözümsüz olmaz. Bu yüzden din ahlakının yaşandığı bir toplumda hiçbir zaman aşılması imkansız olan bir engel, çözümü mümkün olmayan bir duruma rastlanmaz.Kuran ahlakı yaşanmadığında akıl gereği gibi devreye girmediğinden, bir mümin için çok kolay çözümlenebilecek konular başkaları için büyük sorun oluşturur. Din ahlakını yaşamayan insanların yaşamlarının her safhası böyle sorunlarla, dertlerle doludur. Sorunlar, çözüm aranmaktan ziyade, katlanmaya alışılmış ve günlük hayatın doğal bir parçası olarak benimsenmişlerdir. Çözümsüzlük dinden uzak insanların her hallerine yansır. Sürekli umutsuz, şikayetçi bir yapıları vardır. Ama sorunlara çözüm bulmak akıllarına gelmez. Gelse de çok kısıtlı düşündükleri için genelde akılcı bir çözüm üretemezler.
Ayrıca çözümsüzlük din ahlakından uzak toplumlarda adeta meşru bir mazeret olarak kabul edilir. İnsan sorumsuzluğunu, gayretsizliğini, ilgisizliğini ve akılsızlığını çözümsüzlüğün arkasına saklanarak örtmeye çalışır. Özellikle iş yerlerinde herkes kendi yaptığı işi çok karışık ve çözümsüz göstermeye çalışır. Böylece çok zor bir iş yapıldığı izlenimi verilir. Hatalar, ihmaller ve başarısızlıklar da bu şekilde meşrulaştırılmaya çalışılır.
Kuran ahlakından uzak toplumlarda konuların gereği gibi çözülememesinin en önemli nedeni, herkesin kendi kişisel sorunlarıyla dahi başa çıkamamış olmasıdır. Din ahlakı yaşanmadığı takdirde, nefsinin nefsinin hakimiyetine giren insan yalnızca onun emirlerini yerine getirmeye çalışacağı için, başkalarına veya topluma faydalı olma gibi bir kaygısı zaten olmayacaktır. Her durumda ve ortamda nefsinin çıkarlarını gözetmeye, genelin menfaatleri için ise en az sıkıntıya girmeye, minimum derecede emek harcamaya, masraf yapmaya ve sorumluluk almaya yönelik düşünecektir.
Ortak bir çözüm aranan en basit bir konu bile, çok rahatlıkla halledilebileceği halde altından kalkılamaz. Herkes kendini ön plana çıkarmak, kendi fikirlerini kabul ettirmek, kendi komplekslerini tatmin etmek, son sözü söyleyen olmak gibi endişe ve beklentilerle hareket ettiği için asıl konu bir türlü çözüme kavuşamaz. Din ahlakını yaşamayanların sorunlara çözüm getirememelerinin ardında yatan, aralarındaki ayrılık ve çekişmeden bir ayette şöyle bahsedilir:
... Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir. (Haşr Suresi, 14)
Televizyondaki çeşitli açık oturum programlarında bunun örneklerini görmek mümkündür. Bir konu hakkında saatlerce hatta bazen sabahlara kadar tartışıldığı olur. Herkes tartışmacı bir ruh haline sahip olduğu için kimse birbirinin fikirlerini kolay kolay kabul etmez. Bir kimse bir başkasının fikrinin doğru olduğuna kanaati gelse bile bunu kabullenmeyi gururuna yediremediğinden ona muhalefet etmeye hatta o fikri küçümsemeye çalışır.
Çünkü önemli olan doğrunun bulunması değil, doğruyu kendisinin söylemesi, son noktayı kendisinin koymasıdır. Tartışmacılar kendi bilgi ve birikimlerini ön plana çıkaracak birçok tali konulara girerler. Çünkü asıl amaç böyle bir fırsat yakalamışken mümkün olduğunca kendini sergileyebilmektir. Tartışmacılar sürekli ana konudan uzaklaşırlar ve saatler sonunda da hiçbir mesafe katedemediklerini, hiçbir çözüme ulaşamadıklarını görürler. Aksine daha da başka çözümsüz sorunlar, ihtilaflar, fikir ayrılıkları ortaya dökülür. Zaten daha en başta amaçları çözüm bulmak değildir. Önemli olanın tartışmak, konuşmak, herkesin fikrini söylemesi olduğu türünden boş felsefeler geliştirir, kendilerini avuturlar. Tartışılan konuların ise hala hiçbir çözüme kavuşmamış, asıl amacın gerçekleşmemiş olmasında bir gariplik görmez, hatta bunu çok doğal karşılarlar.
Müminler ise herşeyin hesabını Allah'a vereceklerini bildikleri için her durumda en akılcı, en vicdanlı ve en düşünceli tavrıları gösterir, en isabetli kararları alır, en doğru çözümü bulurlar. Kuran'ın kendilerine kazandırdığı üstün ahlak, yüksek sorumluluk duygusu ve ince düşünme kabiliyeti doğrultusunda hareket ettikleri için sorunları çok çabuk sonuca bağlar, hiçbir noktada takılmazlar. İşleri aralarında istişare ederek, birbirlerinin akıllarından istifade ederek hallederler. (Şura Suresi, 38) Her konuda, Allah'ın en çok hoşnut olacağı en hayırlı tercihi yaparlar. Kendi nefislerinin hoşuna gitmese, şahsi menfaatlerine ters düşse dahi, haktan, adaletten, en doğrusunu yapmaktan taviz vermezler.
Yalnızca Allah'a kulluk ettikleri ve herşeyin karşılığını yalnızca Allah'tan bekledikleri için, yaptıkları işlerde insanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanma, ön plana çıkma, itibar kazanma, takdir görme, dikkat çekme, gösteriş yapma gibi basit tavırlara tenezzül etmezler. Bu yüzden yaptıkları işlerde, aldıkları kararlarda sürekli olarak Allah'ın desteğini, yardımını ve bereketini görürler.
Allah'tan çok korkup sakındıkları için neyin doğru neyin yanlış olacağını hemen teşhis edip (Enfal Suresi, 29) en doğru kararı ve çözümü bulurlar. Yine Allah'tan korkup sakındıkları için Allah onlara "bir çıkış yolu" (Talak Suresi, 2) gösterir ve "işlerinde bir kolaylık" (Talak Suresi, 4) sağlar.
Din Ahlakını Gereği Gibi Yaşayan İnsanlar Tevekküllü Olurlar
Kendilerini Allah'a teslim etmek istemeyen, din ahlakını yaşamayan, bundan dolayı da ruhlarında sürekli isyankarlığı, karamsarlığı ve umutsuzluğu yaşayan insanlar başlarına gelen her türlü olayı tesadüflerin eseri olarak değerlendirirler. Tüm hayatları boyunca da bu bakış açısının getirdiği güvensizlik, tedirginlik ve belirsizliğin gerilimini yaşarlar. Müminlerde olduğu gibi, her durumda Allah'a güvenmenin ve bütün olayların Allah'ın çizdiği bir kader üzerine geliştiğini bilmenin avantajını yaşayamazlar. Hayır ya da şer olsun, herşeyin Allah'ın dilemesiyle, insanların denenmesi için yaratıldığını ve her türlü olayda Allah'ın bildirdiği şekilde davrandıklarında huzura kavuşacaklarını bilmezler. Kendileri için dinsizliği seçmiş olmanın azabını böylelikle küçük büyük her olayda yaşarlar.Bu insanlar yaşadıkları her olayı çok fazla önemser, gündelik ve basit olayları büyütüp, dünyanın en önemli meselesiymiş gibi düşünürler. Bu nedenle işler kendi planladıkları ya da istedikleri gibi gitmediğinde de hemen olumsuz gözle değerlendirirler. Anında karamsarlığa kapılıp, ümitsizliğe düşerler, bunu başlarına gelen bir felaket olarak görür ve bir türlü çıkış yolu bulamazlar. Başlarına olumsuz gibi gözüken ani bir olay gelince şiddetli üzüntü duyar, ağlar, isyan ederler. Allah'a teslim olmadıkları için herşeyin O'nun kontrolünde olduğunu da idrak edemezler.
Günlük olayların gidişatına göre inişli, çıkışlı bir ruh hali yaşarlar. Bu yaşantı içinde onların üzülmelerine, huzursuz olmalarına, bunalıma girmelerine sebep olacak çok fazla detay vardır. Tüm günleri ve hatta ömürleri bu tip üzüntü ve hayıflanmalarla geçer. Bu tevekkülsüzlüklerini anlık olayların yanı sıra, hayatları boyunca karşılaştıkları her durumda görmek mümkündür.
Söz gelimi bir ev kadını için evi, ailesi ve evde yapması gereken işleri dünyanın en mühim konularıdır. Eğer bu konularda aksaklık gibi görünen, halledemediği bir durum oluşursa, bunun Allah'ın kontrolü dahilinde olduğunu ve kendisi için mutlaka hayırlı olduğunu hiçbir zaman düşünemez. Başına gelen en ufak olayda hayıflanmaya, söylenmeye başlayıp, sıkıntılı bir ruh hali içine girer. Oysa bu derece sıkıntısını yaptığı şey en fazla ocakta unutup yaktığı bir yemek veya elektrik süpürgesindeki bir aksaklıktan başka birşey değildir. Ancak Allah'a teslimiyetli olmadığı ve din ahlakını da yaşamadığı için en basit sorunlar dahi ona büyük bir azap vesilesi olur.
Aynı zihniyet, bu ev kadının büyük bir holdingte yönetici olan ve işleriyle ilgili birtakım sorunları olan kocası için de geçerlidir. Ona göre karısının evde uğraştığı işlerin, derdine düştüğü sıkıntıların hiçbir önemi yoktur, hepsi küçük şeylerdir. Ancak kendi işleri hem çok önemli hem de hayati konulardır. Bu konularda oluşan problemlere olumlu gözle bakıp, herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu düşünmediği için de psikolojik olarak büyük sıkıntılara girer. Aynı durum din ahlakını yaşamayan çocukları için de geçerlidir. Onlar da bütün dünyanın, gittikleri okuldan ibaret olduğunu düşündükleri için 10-15 yıllık okul hayatları boyunca bir türlü rahat edemezler.
Bir sınavları iyi geçtiyse diğerinin kötü geçmesi mutsuz olmaları için yeterlidir. Ayrıca arkadaş gruplarıyla ilişkileri, onlar arasında aranan, beğenilen bir kişi olup olamamaları gibi konular da sıkıntıya düşmelerine sebep olacak muhtemel olaylardır. Annelerinden, babalarından ve çevrelerinden karamsarlığı, umutsuzluğu, çözümsüzlüğü ve sürekli şikayet etmeyi öğrenmişlerdir. Artık bu ruh hali üzerlerine yerleşmiştir. Oysa bu ruh halinin yegane sebebi din ahlakını yaşamamaları, Allah'ı tanımamaları ve O'na güvenmemeleridir.
Din ahlakını yaşamayan toplumlardan örneklerini verdiğimiz bu insanların her biri nasıl ki dünyanın en önemli sorunlarına sahip olduklarını düşünüp, çözümler arıyor ama sürekli ümitsizlik ve karamsarlık içinde yaşıyorlarsa, bu toplumun daha üst konumlarında ve mevkilerinde olan insanlar da karşılaştıkları durumlarda aynı karamsar ruh halini yaşamaktadırlar.
Oysa herşey Kuran'da gösterilen çözümler yönünde değerlendirilirse ve en olumsuz görünen olayda bile Allah'tan gelen bir hayır olduğu unutulmazsa, insanları ümitsizliğe sevk eden bir ortam oluşmaz. Kuran ahlakı Allah'ın bildirdiği şekilde yaşanırsa insanların tüm karamsarlıkları, yılgınlıkları sona erer. Küçük büyük her konuya, başlarına gelen her olaya güzel gözle bakar, bunlardan kendilerine faydalar ve öğütler çıkarırlar. Hem kişilerin şahsi yaşamlarına hem de toplum hayatına huzur gelir.
... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)
Keşke bu elbiseyi giymeseydim, bütün gecem rezil oldu... Keşke dışarı çıkmasaydım, hastalanmazdım... Keşke yola gece çıkmasaydı, başına bu kaza gelmezdi... Keşke başka doktora gitseydi, daha çabuk iyileşebilirdi... Keşke o uçakta olmasaydı, ölmezdi..." gibi sözler sarf etmez. Dünya hayatları boyunca Allah'ı unutarak, dini göz ardı ederek yaşayan insanlar yaşamlarını hep "keşke"lerle geçirdikleri için ahirette de onları keşke diyecekleri başka konular beklemektedir. Ama elbette ki bu keşkeler kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen, derler ki "keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve müminlerden olsaydık". (Enam Suresi, 27)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder